Londra'da bir gün

Yayın Tarihi: 09/09/18 07:00
okuma süresi: 6 dak.
A- A A+

Bu yıl ilk kez yurt dışı tatilimden sonra, iş öncesi ek olarak bir hafta da evde oturdum.

Amacım Londra'yı ziyaret edip uzun zamandan beri görmediğim yerleri görmekti.

Trene atlayıp dünyanın en çekici kentlerinden Londra'ya doğru yola çıktım.

Daima söylerim. Bu kentte (veya benim gibi civarında) yaşamak bir ayrıcalıktır. Ancak işten, güçten, koşuşturmaktan bu gizemli kentin güzelliklerini görmeye pek vakit ayıramıyoruz.

Tren seyahatı esnasında telefonu cebimde bıraktım ve trenin penceresinden dışarıyı seyre koyuldum.

Yıllardan beri bu güzergahta seyahat ederim, ama gördüğüm şeyler bana oldukça yabancı geldi dersem hiç abartmam.

Öyle ya, sabahın erken saatlerinde kalabalık trende herkesin yaptığı gibi gazete, dergi, kitap okumaktan, telefonla uğraşmaktan, sosyal medyayı izlemekten dışarıyı seyretmek kimin aklına gelir?

Çocukken Lozan otobüsleri ile Lefkoşa, Limasol'a, ve Lefke, Lefkoşa arasında yaptığım yolculuklar aklıma geldi.

O tadına doyum olmayan yolculuklar esnasında biz çocuklar dışarıyı seyretmek için pencere kenarına oturma savaşı verirdik.

Hayranlıkla, kaldığım bölge Essex eyaletinin doğal güzelliklerini, yeşilin çeşit tonlarını, tahıl tarlalarının muntazam düzenini seyrettim.

Londra'ya yaklaşınca eski binaların asaletine, estetik güzelliğine sanki hiç görmemiş gibi imrenerek dikkatle baktım.

Ancak tren istasyonu etrafında sonradan yapılan, çevre ile uyum sağlamayan modern görünümlü binaları hiç hoş bulmadım.

Bu konuyu geçmiş bir yazımda işlemiştim (Çirkinlikle dolu güzel Londra – Kıbrıs Postası, 23 Eylül 2017).

Metroya atladım ve ilk durağım olan Brixton semtine gittim. 1980li yıllarda, çoğunluğu Karayib adalarından gelen göçmenler ve onların ikinci kuşak çocuklarından oluşan bu semt, korkunç ırk çatışmalarına sahne olmuştu.

Black Cultural Archive (Siyahların Kültürel Arşivi) müzesinde bir sergi açıldığını okumuştum. Modern bina İngiltere'de bir ilk olma özelliğini taşıyor.

Siyahların kültür mirası bu merkezde çok iyi bir şekilde sergileniyor. Karaib Adaları ve Afrika'dan gelen göçmenlerin göç öyküleri ile ilgili sergi çok ibret vericiydi.

'Expectations' (Beklentiler) isimli sergi, ülkeye ilk yerleşenlerin ve özellikle ırkçılığa karşı verdikleri mücadelenin fotoğraf ve yazılı açıklamalarından oluşuyor.

Bu anlamlı yeri gördükten sonra oplumsal arşivin önemini bir kez daha anladım. Bu konuyu bizim de toplum olarak önemseyip projeler üretmemizi temenni ederek oradan ayrıldım.

İkinci istikametim her yıl ziyaret ettiğim 'BP Yılın Portreleri Sergisi'ne ev sahipliği yapan National Portre Gallery idi.

Bir fotoğraf, bir resim, binlerce kelimenin ifade edemeği hisleri çok daha iyi bir şekilde yansıtır derler. Ne kadar doğru.

39 yıldan beri yıllık olarak düzenlenen ödül yarışmasında, şimdiye kadar 100 ülkeden 40 bin sanat eseri sergilenmiş. Dünyanın en prestijli portre yarışması olarak biliniyor.

Her yıl olduğu gibi sergide bu yıl da çok ilginç portreler görüntülenmekteydi. Onları iki saat boyunca izlemekten büyük keyif aldım.

Galerinin hemen karşısında ihtişamlı bir Kilise bulunur. 'St. Martins İn the Fields' Kilisesi. Bu kiliseye olan merağım, Hristiyan aleminde büyük tepkiye neden olan 'Da Vinci Code' filminin bir sahnesinin bu kilisede yer aldığını sandığımdandı.

Kilisenin hemen yan tarafında silindir şeklinde cam bir yapıt içerisine yerleştirilmiş asansör sizi kilisenin altındaki bir kafeye götürür. 'Café in the Crypt' (Mezarlık Kahvehanesi).

Döşemesini tarihi mezar taşlarının oluşturduğu bu kafede çok kaliteli yiyecekler takdim ediliyor.

Orada büyük bir ürperti ile, acele bir kahve içerek kafenin içindeki dik merdivenden çıkıp kilisenin içine girdim.

Kilisede büyük bir kalabalığın koltuklarda oturup beklediğine şahit olunca ben de oturdum.

Dağıtılan broşürden birazdan bir piyano resitalinin yapılacağını okuyunca sevindim. Hem dinlenecek hem de çok sevdiğim bestecilerden olan Bach ve Liszt'ten parçalar dinleyecektim.

Birçok çocuklu ailelerin de bulunduğu kilise salonunda tıs çıkmadan Amerika'lı hünerli piyanist Susan Chan'ın muhteşem yorumunu dinledik. Programın yarısında gideceğim başka yerler olacağından istemeden oradan ayrıldım.

Bu arada 'Da Vinci Code' filmindeki kilisenin ziyaret ettiğim bu kilise değil Temple bölgesindeki kilise olduğunu da öğrenmiş oldum. Onu da yakında ziyaret etmeliyim.

Kilisenin karşısındaki National Galery'ye gitmeyi düşündüm ama bu galeriye en az bir gün ayırmak gerektiğini düşünerek bunu başka bir gün ertelemeyi uygun buldum.

Geriye kalan bir saatimi biz Kıbrıslıların yıllardır "Güvercinlik" olarak bildiğimiz Trafalgar Square'da bir banka oturup oradaki kalabalığı seyrederek geçirdim.

İngilizlerin ünlü Deniz Amirali Nelson'un göklere yükselen heykelinin bulunduğu alanda artık gövercinlere rastlayamazsınız.

Eski Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone, 'uçan fareler' dediği bu hayvancıkları insan sağlığına zararlı oldukları için 18 yıl önce oradan temizlettirmişti.

Güvercinlerin Nelson'un heykeline pisleyerek yaptıkları hasar için £140 bin harcanmış! Onların yok oluş nedenlerinden biri de bu olsa gerek.

Bu ilginç bilgi ile yazıma son veriyorum. Önümüzdeki haftalarda zaman zaman Londra'nın başka bölgelerini de dolaşıp izlenimlerimi siz değerli okurlarıma aktaracağım.

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Diğer Ertanç HİDAYETTİN yazıları