Lute hanım ve olası senaryolar

Yayın Tarihi: 05/07/18 07:00
okuma süresi: 8 dak.
A- A A+

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, geçtiğimiz salı gecesi toplanıp, Türkiye'nin New York Temsilciliği ile yaptığı istişareden sonra Genel Sekreter Antonio Guterres'in tavsiyesi doğrultusunda Amerikalı Diplomat Jane Holl Lute'u 'Üst Düzey BM Yetkilisi' olarak atamış.

Daha önce, BM Sözcüsüne 'Lute ne zaman atanır' diye sorulduğunda, o da 'Genel Sekreter Kıbrıs'ta bir umut gördüğü zaman' diye cevap vermişti.

Koskoca BM Genel Sekreteri belli ki bu umudu görmüş olsa gerek, adaya bir yetkili atamayı uygun görmüş. Bayan Lute de basına yansıyan açıklamalarında 'temaslarının adada müzakerelerin yolunu açmasını umduğunu' söylemiş.

Yalnız bu yetkili, bizim evin bir üyesi kadar kendimize yakın hissettiğimiz Espen Barth Eide gibi değil, biraz daha resmi bir statüde olacak.

Zaten, BM Sözcüsü Farah Haq da bunu, dün sabah ki basın bilgilendirme toplantısında aynen böyle ifade etmiş.

Bu durum elbette BM'nin Kıbrıs sorunu için bir kez daha devrede olduğu gerçeğini değiştirmez. Gerçi ne zaman değildi diye sormak da mümkün…

Ancak, bu noktada Lute'un Amerikalı oluşu oldukça dikkat çekicidir.

9/11 olayından sonra kurulan ve adına 'Homeland Security' denilen bakanlık benzeri bir yapının 2009-2013 yılları arası başkan yardımcılığını yapan 1956 doğumlu Lute kimdir?

Toplam 48.5 milyar dolar bütçeli, bünyesinde 280.000'den fazla personel bulundurulan bu yapının emanet edildiği bir kişinin önemsiz, lalettayin birisi olması asla düşünülemez. 2014'te BM tarafından Irak'a oradan da genel merkezdeki cinsiyet eşitliği platformu tarzı bir görevin başkanlığına atanan bu diplomatın kuşku yok ki, Kıbrıs sorununa 'bir kadın eli' değmesi konusunda oldukça maharetli olacağı aşikardır. Gerek Bushlar gerekse de Obama yönetimlerinde görev alan, CV'sinde askerlik de bulunan, kocası zaten general olan Lute'un adaya yetkili olarak atanması neresinden bakarsanız bakın önemlidir.

Hatırlanacağı üzere, daha önceleri Brezilya, Fransa ya da yine Avustralya yöresinden birisinin atanacağı iddia edilmiş, Türkiye özellikle 'Fransız' diplomata anında karşı çıkmıştı.

Türkiye'nin söz konusu bu tavrı, yani Fransız bir temsilci atanması, hem Fransa'nın AB üyesi ülke olup 'taraf' gibi durması hem de Fransa-Türkiye arasındaki adına hiç de aşk denmeyen ilişki durumu açısından mantıksız sayılmaz.

Peki Ankara'dan neden Amerikalı temsilci atanmasına karşı gelinmedi diye sorarsanız, onu da ABD-Türkiye arasındaki 'değişik' ilişkinin detaylarında arayıp bulmak lazım gelmektedir.

Ancak bu konuyu ameliyata yatırıp içine bakmadan, diyebilirim ki, Lute'un bu göreve atanmasının olası en büyük nedeni, Amerikan'ın ulvi çıkarlarının, Doğu Akdeniz nezdinde 'Exxon Mobil' ekseninde dönmesindendir derim.

Bu noktayı hızlıca geçip, neden BM, önümüzdeki aylar tatil ayları olmasına rağmen, ve de herkesin beklediği üzere 'Eylül'de gel' şarkısı çalarken, bu atamayı, hem de Recep Tayyip Erdoğan'ın 10 Temmuz ziyaretinden önce yapmıştır diye sormak en doğal hakkımızdır.

Mantık çerçevesinde, Erdoğan'ın adaya gelip, vereceği düşünülen, iyi ya da kötü mesaj dinlenip, ardından bu mesajın iyiliğine istinaden bir atama yapılması olması gerekendi.

Bu olmadığına göre, söz konusu halde, ABD, Türkiye'ye 'bak özel temsilci de benden, yani hakem benim, macera arama' deyip gözdağı mı vermektedir?

Yoksa Türkiye, ABD'ye 'sen temsilciyi ata, ben iyi mesajı vereyim, stratejik anlaşmayı ilan edelim' mi demektedir?

24 Haziran seçimlerinin muzaffer komutanı Erdoğan'ın seçim öncesi 'Türkiye yüzünü batıya dönmüştür, AB hayalimizden vazgeçmeyiz' demesi tesadüf müdür?

Hadi bunu geçtim, 24 Haziran gecesi, Erdoğan'ı ilk kutlayanın AB Konseyi Başkanı Donald Tusk olması da mı tesadüftür?

Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras'ın, yine aynı gece çıkıp 'Türkiye'de seçim demokratik geçmiştir' demesini bir tek ben mi manidar bulmaktayım?

Tüm bunları arka arkaya düşündüğümüzde, Ankara'nın, eğer AB hayalinden vazgeçmek gibi bir düşüncesi yoksa, Kıbrıs sorununda adım atılmasına destek olması, büyük olasılık değil de nedir?

Zira öyle ya da böyle, Türkiye'nin AB hayalinin gerçek olması için, AB üyesi bir devletle arasında bulunan siyasi ve de askeri sorundan kurtulması gerekmektedir.

Peki, bu bağlamda ne olabilir?

Resmi süreç bağlamında program şudur:

Önce liderler cuma günü BM Temsilcisi Elizabeth Spehar ile ayrı ayrı görüşecektir. Ardından Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Erdoğan'ın pazartesi yapılacak olan yemin törenine katılacaktır.

İkili, ertesi gün, muhtemelen aynı uçakta adaya dönecek ve Erdoğan, Ercan'da ya da sarayda Kıbrıs sorunu ile ilgili konuşacaktır.

Bu noktada kritik olan durum o konuşmanın hayra alamet cinsten mi yoksa yeni gerginlikler getirecek cinsten mi olacağıdır.

Kötü durumda, yukarıda bahsettiğim Türkiye-Exxon-ABD dizisinde, Eylül ayından itibaren bayağı gerginlikler olması kaçınılmazdır.

Artık mehter mi, Sam Amca mı yaşayıp göreceğiz.

İyi olması durumunda ise;

Ya o gün ya da ondan 3 vakit kadar sonra, iki lider ani şekilde bir araya gelecek, Guterres'in 30 Haziran 2017'de, Crans Montana'da sunduğu 6 maddelik çerçeveyi, ucu kapalı olacak bir şekilde stratejik müzakere belgesi olarak ilan edecektir.

Ucu kapalı müzakere meselesi, biliyorsunuz, uzun süredir Türk tarafının ısrarla istediği, üzerine bir de 'sonuç odaklı' denilip dile getirilmektedir.

Elbette, Rum tarafı böylesi tarz bir müzakereye girer mi, henüz tam emin değiliz.

Rum Müzakereci Mavroyannis, geçtiğimiz haftalarda verdiği bir mülakatta terennüm ettiği üzere bu husus 'olasıdır.'

Ancak, bu ucu kapalı olma meselesi, Türk tarafının hanesine gol olarak yazılacağından, bu noktada Rumların gönlü de hoş tutulmak zorunda kalınacaktır.

Rum Lider Nikos Anastasiadis, söz konusu stratejik belge teklifi yapıldığında 'Türkiye bizi güvenlik ve garanti başlığını görüşeceğini taahhüt etsin' şeklinde bir yaklaşım gösterdiğine göre, bu noktada Türkiye'ye de iş düşmektedir diye düşünüyorum. Yani kanaatimce Rumların gönlünü hoş tutacak adım Türkiye'den beklenmektedir.

Öte yandan, Yunanistan Dışişleri Başkanı Nikos Koçias da, Kıbrıs konusunda mesai harcamaktadır.

Koçias, sürekli şekilde 'Kıbrıs müzakereleri yeniden başlayacak ve garantilerin kaldırılması masada olacak' demektedir.

Guterres Çerçevesinin ilgili maddesi 'içinde tek taraflı müdahale hakkı olan bir garanti sistemi sürdürülemezdir' şeklinde başladığından, eğer söz konusu belge bütün taraflar tarafından kabul görürse, Koçias'ın dediği, zaten olacak olandır.

Yani, Kıbrıs sorununun en kadim meselesi olan ve adada sürmekte olan duruma yol açan bu eskimiş, çağ dışı garanti anlaşması, aynen Crans Montana'da olduğu gibi, olası bir konferansta masadadır.

Adanın Türkiye de dahil bütün garantörleri, bunu tartışmayı ve değiştirmeyi uygun bulmuşken, kusura bakılmasın ama, bizim buradaki hamaset korosuna laf düşmez.

Unutulmasın ki, Türkiye 80 milyonluk bir ülkedir ve eğer ulvi çıkarları, Kıbrıs adasında bir çözümden geçerse, ne bizim kara kaşımıza ne de kara gözümüze bakacaktır.

Bu lafı da Annan Planı zamanından hatırlayacaksınız zaten…

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.