20. yılında Doktor'a

Yayın Tarihi: 30/05/13 07:00
okuma süresi: 7 dak.
A- A A+
Zaman ne kadar da çabuk geçiyor.

Bu elbette sırf laf olsun diye söylenmiş bir cümle değildir.

Bu yaklaşım gerçeğin ta kendisidir.

Bizi biz yapan,değerlerimiz ve o değerlere verdiğimiz önemdir.

Yitirmek kolaydır.

Ama yitirmeden hayattaki anlamları bilmek zor ve çoğu zaman önemsizdir.

İnsan kaybetmediği hiçbir şeyin değerini bilmez.

Sami Şahmaran.

Her zaman yokluğunu tarifsiz bir acı ve çaresizlikle hissedip düşündüğümüz babam, ulu çınarımız.

22 Aralık 1954 yılında Kıbrıs'ın Baf kazasına bağlı Yakacık köyünde doğdu.

İlköğrenim ortaokul derken Liseden mezun olduktan sonra iki yıllık "Kıbrıs Türk Federe Devleti Sağlık Bakanlığı hastabakıcı okulundan" 1975 yılında mezun oldu.

İlk önce öğrenci olarak daha sonra 1 Ekim 1975'de Cengiz Topel hastanesinde ve 3 Mayıs 1976 yılından 30 Mayıs 1994 tarihine kadar da Dr. Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesinde hastabakıcı olarak çalıştı.

Alayköy'lüyüz malum, buralarda onu herkes "Doktor" diye bilir ve halen öyle anar.

Bu yanlış bilindiğinden değil, tecrübe, bilgi ve işinde doktor kadar hüküm sahibi olduğundan.

Bir ara siyasete merak sardı.

Ulusal Birlik Partisinden 1981 yılı seçimleri için Lefkoşa'dan aday oldu.

19 Nisan 1981 tarihinde yapılacak olan ön seçimde Ulusal Birlik Partisi aday adayları sıralamasında 28. Sıradaydı.

Ayni sıralamanın 29. Sırasında Kenan Atakol, 30. Sırasında ise Hakkı Atun yer alıyordu.

Bugüne kadar siyasetle gelen ve hala daha mevki sahibi olan pek çok isim bu sıralamanın oldukça altında yer alıyordu o dönem.

Ön seçimle oluşan UBP Lefkoşa aday adayları sıralaması 13 Nisan 1981 tarihli "Birlik" gazetesinde tanıtılıyordu.

Sami Şahmaran 9. Sıradaydı.

Bugün KKTC Başbakanı Sayın İrsen Küçük'ten hemen sonra.

Bu seçimden beklediğini bulamamıştı.

Bir daha siyasetten hiç söz etmedi.

Bu seçimleri yıllar boyunca hiç konuşmadı.

Sadece bir seferinde "Siyaset çok pis bir oyundur" demişti.

1980'li ve 1990'lı yıllarda yani bizim çocukluk ve gençlik dönemimizde hayat daha zor fakat sanki daha güzeldi.

Her evde en az iki çalışan yoktu, her evde her şeyin birden fazlası bulunmazdı.

Bolluk olmadığı gibi israf da yoktu.

Ev geçindirmek, çocuk okutmak hiçte kolay değildi.

Gerçekten bizim kuşak zor şartlarda yetişti.

Bu zorlukların hatırı sayılır bir kısmı elbette babamın omuzlarındaydı.

Bir gün bir teklif geldi.

İstanbul da üç aylık bir kurs düzenlenecek ve kanser hastalarının tedavisi için ışın cihazını kullanmak üzere eleman yetiştirilecekti.

Hastanenin her bölümünde yıllarca çalışmıştı.

Artık düzenli mesaisi ve daha iyi bir çalışma ortamı olabilirdi.

Kabul etti.

Ne olduysa ondan sonra oldu.

İstanbul'a gitti, tam üç ay.

O zamanlar bırakın cep telefonunu köyde, evde bile telefon yok.

Cuma günleri Gönyeli de bir tanıdığın evine gidip telefonun çalmasını ve telefonun babamın sesini vermesini beklerdik.

Bunun için dua ettiğimizi dün gibi hatırlarım.

Her konuşmada bize Türkiye den İstanbul'dan getireceği hediyeleri sorar ve sabırsızlıkla beraber heyecanlanırdık.

Üç ayın sonunda döndü.

Tam olarak hatırlamıyorum ama kısa bir süre sonra kısmi felç geçirdi.

Kullandığı ilaçlar kemik erimesi gibi yan etkiler yapabiliyormuş.

Ve sağ bacak kalça kemiğinde kemik erimesi olduğu tespit edildi.

Ayni durumda olan başka hastalarla Türkiye'den gelen bir ekip tarafından ameliyat edildi.

Ayni durum bir yıl sonra diğer bacağında görüldü.

Müthiş bir sıkıntı ve korku yaşadı.

Öyle bir durumdu ki ansızın beyin kanaması geçirdi.

Ve yirmi yıl önce bugün akşam saat 20.30 civarlarında rahatsızlandı.

Lise son sınıftaydım ve son sınavların içindeydik.

Annem odamın kapısını çaldı.

"Erçin koş babana bir şey oldu" dedi.

Gittim, tavana bakıyordu, sordum "baba neyin var?".

İki eliyle başını tuttu ve başının ağrıdığını göstermeye çalıştı.

Bilinci yerindeydi.

Hemen komşular geldi, hastaneye kaldırdık.

O geceyi unutamam, sabaha kadar inşallah kötü bir şey olmaz diye ben ve kardeşlerim dua ettik.

Ama kötü bir şey olmuştu artık.

O gecenin sabahında annem eve geldi, bitkindi.

Olan biteni anlamaya çalışırken tek kelimeyle özetledi "Öldü".

Yıkıldık, komşumuz hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı "Allahım bu nasıl bir acı" diye söylendi.

Ne demeti ki ölmek.

İşte elbiseleri, ayakkabıları ne varsa yerli yerinde.

Dışarıda insanlar yürüyor, arabalar geçiyor, çocuklar okula gidiyor.

Hayat devam ediyor her daim, ateşse sadece düştüğü yeri yakmakta.

1994 yılının 30 Mayısında henüz 40 yaşında hayatımızdan ayrıldı.

Babamı kaybettiğimiz zaman ben 18 kız kardeşim 15 ve en küçük kardeşim de 6 yaşında idi.

Bugün ise kendi hayatımız, çocuklarımız ve ülkemiz için mücadele ediyoruz.

Ve o bu mücadelemize tanık olamadı.

Bugüne kadar kimseye minnet etmedik.

Kimseden bir şey istemedik.

Hakkımızdan ne eksik ne de fazlasını almadık.

Eğer bir yerlerde bizi görüyorsa içinin rahat olduğundan eminim.

Bizi görebiliyorsa memleketi de görüyordur mutlaka.

"Bizler bir şeylere sahip olduk. Belki size de kalanlar olur. Ama sizin çocuklarınıza hiçbir şey kalmayacak" derdi.

Ne kadar doğru söylemiş.

Mutlaka ki hiçbir anne baba çocuklarının geleceğine talan olmuş bir memleket bırakmak istemez.

Ama buralarda böyle.

Ateşler düştüğü yeri yakar dedim ya bazıları da bu ateşlerin küllerinden kendine dünyalar yarattı.

Hepimizin hayatında mutlak benzer hikâyeler vardır.

Ve halen bir yerlerde bu hikâyelerin benzerleri yaşanmaktadır.

Ölümünün yirminci yılına girerken babama namı diğer "Doktora" yazmak istedim.

Yaşattığı her şey için sonsuz teşekkürler.

Allah rahmet eylesin, yattığı yer nur, mekânı cennet olsun.

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Diğer Erçin ŞAHMARAN yazıları