Vergi hukuku ilkelerinin tarihi olumuşu

Yayın Tarihi: 19/03/13 07:00
okuma süresi: 14 dak.
A- A A+
Vergi kavramı her dönemde farklı algılamalara ve uygulamalara neden oluşturmuştur. Bu bağlamda verginin ülkelerin anayasalarında yer almasının temel nedeni, hükümetlerin yasasız, ölçüsüz, adaletsiz vergi salma eylemlerine karşı halkı kötü niyetli yönetimlerin uygulamalarından korumak olmuştur.

Bu bakımdan, gerek ülkemizde, gerekse temel vergi ilkelerini anayasallaştıran diğer ülkelerde vergi hukukunun incelenmesi ve gelişen sosyo-ekonomik durumlar paralelinde güncelleştirilmesi gereksinimini ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılmıştır. Anayasalarda öngörülen "Vergi Ödevine" ilişkin yasallık, adalet, eşitlik, genellik ve geriye yürümezlik ilkelerinin gerektiği gibi uygulanabilmesi için demokratik ülkelerde olduğu gibi vergi etkinliğinin ve güven duygusunun tesisi amacıyla vergi yönetiminin öncelikle bağımsız bir statüye kavuşturulması gereklidir. Buna ilaveten, bağımsız statünün zaman süreci içinde siyasallaşmasına olanak verilmemesi için de vergi uygulama mekanizmalarının olmazsa olmazlarından olan vergi inceleme ve itiraz mekanizmalarının da bağımsız Vergi Takvimi (Tax Tribual) kurullarından oluşması sağlanmalıdır. Örneğin, birçok ülkede olduğu gibi en yakın siyasi ve ekonomik rakibimiz olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bu konudaki düzenlemeyi 2000 yılında yürürlüğe koymuştur.

Demokratik toplumsal düzen, insanların hür, mutlu ve bağımsız olarak toplum halinde yaşayabilmeleri için vardır. Günümüzün özgürlüklere bağlı toplumlarında siyasi iktidarlar, bu amaçla sosyo-ekonomik düzeni kurup korumaları gerekir. Bunu yapabilmek içinde hükümetlerin kısa, orta ve uzun vadeli plan ve programlara ihtiyacı vardır. Bu plan ve programların ülke gerçekleri ve özellikleri gözönünde bulundurularak uzman kişiler tarafından hazırlanmalı ve cesaretle uygulanmaya konmalıdır. Bu konudaki düzenlemelerin başarıya ulaşabilmesi içinde öncelikle halkın yönetime olan kaybedilmiş güveninin tekrar kazanılması ile başlanmalıdır. Bunun başarılmasında en önemli etken ise sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları ile yapılacak görüşmeler de ülkenin gerçekleri gözönünde bulundurulmasıdır.

Bu amaçla özgürlüklere bağlı toplumlarda siyasi iktidarların sosyal ve ekonomik düzeni koruyup geliştirmeleri için gerekli önlemleri zamanında almaları için çalışmalar yapmaları asli görevleri olmalıdır. Ancak, KKTC'deki gerçeklere ve uygulamalara bakıldığı zaman toplumsal düşünce yerine bireysel veya zümresel menfaatlere yönelik uygulamaların çok yaygın olduğunu görmekteyiz.

Sözkonusu durum özellikle tarihin monarşi veya tek adam yönetimlerinde çok daha fazla görülmüştür. Bu bağlamda vergilendirme yetkisi devletin ortaya çıkışına dayanmakla beraber vergilendirmenin, dolayısıyla da sosyo-ekonomik düzenlemelerin anayasal ilke ve düzeyine kavuşması da bugüne kadar KKTC'de gerektiği gibi gerçekleştirildiğini iddia etmek mümkün değildir. Özellikle vurgulamak gerekirse bunun başlıca nedeni, menfaate dayalı siyasal yapılanma dolayısıyla şeffaf, hesap verebilirlik ve denetim ilkelerine gerekli önemin verilmeyişi ile cezai müeyyidelerin eksikliği veya uygulanmasına yönelik siyasilerin isteksizlikleri nedeniyle bu konuda gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasından kaçınmalarıdır. Bununda başlıca nedeni "iki dudak arası" yetkilerini ve siyasi rantlarını kaybetmek istememeleridir.

Mutlakiyetçi yönetimlerde kamu hukuku ile özel hukuk ayrımı bulunmamakta, bulunsa dahi buna dikkat edilmemektedir. Tıpkı monarşik devlet yapılandırmalarında olduğu gibi. Diğer bir anlatımla, bugünkü iktidar devlet yönetimindeki sınırsız egemenlik yetkisi ve mülkiyet hakkı olduğunu zannederek icraatlar bulunduğu gibi.

Vergilendirme yetkisi ile ilgili tarihe bakıldığı zaman tek kişi egemenliğinde, yani monarşi ile yönetilen ülkelerde, vergi koyma hususunda herhangi bir sınırlandırma hükmü yoktu. Kral veya hükümdar vergiyi topluma karşı bir baskı mekanizması olarak kullanmakta ve insanlar da o dönemlerde iktidarın kendine atfettiği bu yetkiye körü körüne bağlı kalmaktaydı. Öyle ki, ortaçağda "Krala, asilzade kanını, papaz duasını, halk da vergisini verir" anlayışı egemendi. Bu düşünce, baskı altında ki hakkaniyete aykırı vergi toplanmasına karşı uzun süre ses çıkarmasını engellemekteydi.

Zamanla halkın monarşi baskısı altında ezilmesi, beraberinde demokratikleşme hareketlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Adil olmayan vergi alımına karşı ilk başkaldırı hareketi genel bir halk tepkisi şeklinde 13. yüzyılda İngiltere de ortaya çıkmıştır. Zamanın İngiliz kralı ile feodal beyler (derebeyler) arasındaki amansız savaşlar sonucunda kral yenilmiş ve 1215 yılında "Magna Carta Libertatum" yani "Büyük Özgürlük Fermanı" kabul edilmiştir. Magna Carta demokrasi tarihinde, kralın genel olarak egemenliğini, özelde de vergilendirme yetkisini sınırlandıran ilk yazılı temel belge olması nedeniyle son derece önemlidir. Altmış beş maddeden oluşan bu tarihi belgede kralın vergi yetkisini sınırlandıran en önemli maddelerde şu ifadeler yeralmaktadır:

  • Krallık meclisinin genel oluru olmadan vergi, askerliğe karşılık para veya yardım toplanamayacaktır. Bu amaçlarla ancak makul bir yardım toplanabilecektir. Görüldüğü üzere sözkonusu "Büyük Özgürlük Fermanı" vergi alımını bir meclisin iznine bağlayarak, günümüz modern demokrasi anlayışının ele aldığı anlamda olmasa bile, verginin yasallığı ilkesi doğrultusunda karşımıza çıkan ilk yasal düzenlemeyi içermektedir. Ayrıca, "makul bir yardım" ibaresinin ise verginin orantılılığı ilkesine dayanak oluşturulması gerektiği ifade edilmektedir.

  • "Özgür hiç kimse mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak" maddesindeki ifade vergilendirmeye ilişkin bir sınırlandırma kuralının asırlar önce yer aldığını görmekteyiz.

Bunların yanısıra dönemin düşünürlerinden olan Adam Smith'in "devlet-iktisadi olaylar-maliye" üçleminde topluca ortaya koyduğu ve dört temel üzerine kurulu vergilendirme ilkelerinden de bahsetmek yararlı olacağı kanaatindeyim. Bu ilkelerin "eşitlik", "mali güç", "yasaların belirliliği", "ödeme kolaylığı" ve "vergi tahsilatının masrafsız bir şekilde yapılması" şeklinde asırlar önce öngörülmüştür.

Bu ilkelerden tümünün özellikle de eşitli ve ödeme gücü ilkelerinin günümüz anayasalarında ve vergi hukukunda da yer almış olması bu konuda asırlar önce öngörülmüş olan bu ilkelerin ne kadar doğru olduğunu gösterme bakımından çok önemli göstergelerdir.

1628 yılında "Haklar Dilekçesinin" ("Petition of Rights") ortaya çıkmasıyla vergi konusunda genel olarak kral tarafından Parlamento'nun onayı olmaksızın, vergi, hatta bağış ve hibe isimler altında halktan isteğe bağlı yardımların da alınamayacağı düzenlenerek, kralın keyfi işlem ve eylemlerine sınırlama getirilmesi amaçlanmıştır.

1689 yılında meydana gelen "Haklar Demecinin" ("Bill of Rights") ilgili maddelerinden bir tanesi ise vergi almanın ancak parlamentonun oluru ile gerçekleşebileceğine vurgu yapılarak, aksi hallerin gayri yasal olacağı belirtilmiştir. Nitekim, bu tarihi neden dolayısıyladır ki hala daha bugün Birleşik Krallıkta her yıl vergi toplamak için Kraliçe bir "Müzekkere" yayımlar. Bu uygulamaya benzer düzenleme Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşuna kadar Kıbrıs'ta da devam etmiştir.

Tarihi bakımdan bakacak olursak, hem demokratikleşme hareketlerinin hem de siyasi otoritenin vergilendirme gücüne karşı ilk tepkilerin İngiltere'de ortaya çıktığı görülmektedir. Bu ülkede başlayan vergiye karşı tepkisel hareketler zamanla kıta Avrupa'sını ve Amerika'yı da etkilemiştir. Avrupa ve Amerika kıtasında anayasal vergi hukuku ilkelerinin temeli 18'ci asırdan itibaren atılmaya başlanmıştır.

Herkesin malumu olduğu üzere İngiltere'nin de yer aldığı Birleşik Krallığın Anayasası yoktur. Ancak, yukarıda belirtmiş olduğum haklara ilişkin sözkonusu toplumsal sözleşme belgeleri ile batı demokrasilerinde vergilendirme ilkelerini saptayan çeşitli tarihsel metinler yanında, insan hakları ve temel hürriyetlerini korumak amacıyla uygulamaya konulan sözleşmelerle özellikle 20. yüzyılda önemli gelişmeler olmuştur. Bunlardan bir tanesi "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" (Universal Declaration of Human Rights) olarak adlandırılan bildirgedir.

Bu Beyannamenin 17. maddesine göre "Her kişi tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olma hakkına sahiptir. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez". Böylece beyannamenin bu maddesiyle hem mülkiyet hakkının temel bir hak olduğu kabul edilmekte, hem de keyfi vergilendirmeye karşı dolaylı da olsa verginin makul bir sebebe ve miktara dayandırılması gerçeği esas alınmaktadır.

Her ne kadar da vergilendirme konusunda Anayasamızda bahse konu ilkelere ilişkin bazı kurallar mevcut ise de bu ilkelerin bugünkü uygulamaların tamamen dikkate alındığını ve bu konularda vergi yasalarında gerekli düzenlemelerin yapıldığını söylemek pek mümkün değildir. Özellikle 1977 ile 1982 yılları arasında o yıllardaki ekonomik koşullar kapsamında düzenlenmiş olan ve bugüne kadar uluslararası çağdaş düzenlemeler paralelinde hiçbir kapsamlı değişikliğe tabi tutulmayan Kurumlar Vergisi, Vergi Usul ve Gelir Vergisi Yasaları siyasi makama başka ülkelerde olamayacak kadar çok geniş vergilendirme ve itiraz çözümleme yetkileri vermekte olup bu yetkiler genellikle gerek siyasiler gerekse uygulayıcılar bakımından sübjektif verilere veya mantıksız gerekçelere dayandırılarak kötüye kullanılabilmekte olanağı her zaman yüksek olmaktadır.

Bu tür uygulamaların önüne geçmek ve vergi adaleti etkinliğini sağlamak amacıyla demokratik ülkeler Vergi İdarelerinin bağımsız kurum statüsüne dönüştürmüşler ve böylece siyasilerin müdahalelerini çok büyük ölçüde önlemişlerdir. Birçok ülke GKRY dâhil, bu bağımsız kurum düzenlemelerinin kendi içinde ki bağımsız çalışmaları gerçekleştirmek için de bağımsız hesap inceleme ve takdir ile itiraz komisyonlarının veya Vergi Tahkim Kurulunun oluşmasını gerçekleştirmişlerdir. Bu yönde Türkiye'de de çok yoğun çalışmalar yapıldığını ve birçok bağımsız kuraların oluştuğunu görmekteyiz.

KKTC'de de bu yönde gerekli düzenlemeler yapılmadığı sürece kayıtdışılığın önlenmesinde başarı sağlanamayacağı gibi halkın Vergi İdaresine olan güvensizliğinin güven ortamına dönüştürülmesi olanaksızdır. Bu durumun başarıya dönüştürülmesi için siyasilerin ellerinde bulundurdukları ve bazen silah olarak bazen de siyasi rant olarak kullandıkları "iki dudak arasındaki vergilendirme yetkisini" yasal düzenlemelerle oluşturulacak bağımsız Vergi İdaresine ve ilgili kurullarına bir an önce devretmelerinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmiştir.

Diğer ülkelerde olduğu gibi Anayasamızın 75. maddesi kurallarının yönetsel veya mali mağduriyete uğrayanların Yüksek İdare Mahkemesine başvurma haklarının bulunduğu gerekçesine dayanarak bağımsız Vergi İdaresine ve kurallarına karşı çıkmak büyük bir hata, hatta mantıksızlıktır, çünkü herkesin sözkonusu Mahkemeye başvuracak kadar mali v.s. olanağı yoktur.

Çok merak ediyor ve cevap bekliyorum Nisan 2009 yılından beri iktidarda bulunan hükümetin değişmez Maliye Bakanı acaba üçbuçuk yıllık sürede büyük ölçüde güncelliğini kaybetmiş olan Vergi Yasalarınca ve Vergi İdaresi yapısında hangi kapsamlı ve etkin vergi hukuku düzenlemelerini ve organizasyonu yapmıştır? En azından Türkiye'de gerçekleştirilen yasal düzenlemelerden örneklere bakarak ülkemizde de düzenlemeler yapılması şansı mevcut iken hiç olmazsa bu yönteme neden başvurulmamaktadır? Zannedersem bu konudaki düzenlemeler hakkında T.C. makamlarının engel koyma olanağı doğal olarak sözkonusu olamaz. Siyasilerin işine geldiği zaman "bu uygulama filan ülkede de var" ancak işlerine gelmediği zaman "biz başka ülkeyiz" gerekçesini ileri sürerek asli görevlerini yerine getirmekten kaçınmaktadırlar.

Sadece Lefkoşa'daki yeni Vergi Dairesi binasının inşaatının tamamlanmasından umut beklemek yeterli değildir. Verimlilik ancak eğitimli, kendini sürekli yenileyen, siyasi baskıdan veya etkilerden arınmış liyakata dayalı tatminkâr özlük haklarına sahip personelin çalışmaları ile mümkün olabileceği gerçeği her zaman gözönünde bulundurulmalıdır. Aksi takdirde vergi uygulamaları hakkında Bakanın ve yetkililerin verdikleri beyanatlar sadece günü kurtarma amacına yönelik olur.

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.