İÇ HABERLER
okuma süresi: 19 dak.

Kızılyürek: "Rum toplumunda federal çözüm algısı hızla destek buluyor"

Kızılyürek: "Rum toplumunda federal çözüm algısı hızla destek buluyor"

Kıbrıs Üniversitesi İnsan Bilimleri Dekanı Prof. Dr. Niyazi Kızılyürek'ten çarpıcı değerlendirmeler…

Yayın Tarihi: 01/08/15 09:17
okuma süresi: 19 dak.
Kızılyürek: "Rum toplumunda federal çözüm algısı hızla destek buluyor"
A- A A+

Kıbrıs Postası Ulaş BARIŞ

Kıbrıs Üniversitesi İnsan Bilimleri Dekanı Prof. Dr. Niyazi Kızılyürek Hocamız ile Heterotopya Yayınlarından yeni çıkan "Şiddet Tarihinin Saklı Tarihi" adlı kitabı genelinde geçmişten geleceğe Kıbrıs Tarihi içinde bir yoluculuk yaptık. Sorularımıza son derece açık cevaplar veren Niyazi Hoca, Akıncı-Anastasiadis arasında oluşturulan sinerjinin bir ilk olduğunu vurgularken, liderlerin aldığı toplumsal desteğin çok önemli olduğunu da söyledi.

Kıbrıs sorununun temellerinde toplumlar tarafından pek bilinmeyen gerçeklere el atan, tarafların her fırsatta birbirlerini suçlayıp mağdur edebiyatı yaptığı şiddet dönemlerinin hasır altında kalan gerçeklerine göz atan son kitabında Hoca en önemli vurguyu da yapmaktan geri kalmıyor: iki toplumun yüzleşmesi ve birbirlerinden özür dilemesi şarttır…

Niyazi Hoca'nın o kendine özgü akıcı yazısı ile herkese okumasını şiddetle tavsiye ettiğim bu kitabın genelinde başlayan sohbetimiz en sonunda UBP'nin 'liberal olma sancısına' kadar gelip dayandı…

"Kitabınızda da vurguladığınız Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların yaşanan olaylarla ilgili yüzleşmeden kaçınması, bunu yapmaması yaşanan süreçlere ne kadar etkisi oldu" diye başladığımız muhabbete Kızılyürek'in verdiği cevap dikkat çekici…

"Şimdi tabii ki, çok uzun soluklu çatışmaların yaşandığı, milliyetçi ideolojinin hükmettiği yerlerde genellikle etnik grupların kendi anlatıları olur. Bu milli anlatımlar ne kadar haklı olduklarını vurgularlar ve kendilerinin hep mağdur olduklarının altını çizer. Sonra da bu anlatımlardan bir siyaset yaratılır. Biz de istisna değiliz. Bu ülkede birçok şiddet dönemi yaşandı. Bu kitap 1958 yılına yoğunlaşır ama 1964 var, 67 var 74 var. Bu dönemlerde de şiddet doruğa çıkmıştır. Ve maalesef Kıbrıs'ta iki taraf da bu olaylarda sorumluluklarını üstlenmediler, sorgulamadılar veya bu olaylara baktıkları zaman hep diğer tarafı suçlama yoluna gittiler. Bu söylem okul eğitimlerinden tutun da kamusal alandaki söylemlere kadar devam ediyor. Bunun barış arayışlarına olumsuz etkileri oluyor. Dolayısıyla 'kendini her zaman haklı' gören bu anlayış, toplumların yüzleşmemiş olması sürece negatif yansıyor."

"İki toplumun yüzleşmesine şiddetle ihtiyaç vardır"

"Peki" diyorum "bir yüzleşme yaşanması için 'hakikat komisyonu kurulması' ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz?"

Niyazi Kızılyürek cevaben "kitabın bir tarafı yüzleşme paradigması içindedir ama kesin olan şey şurasıdır: Kıbrıslı Rumların ve Türklerin yüzleşmeye ihtiyacı var. Olayları irdeleme ve yeri geldiğinde özür dilemeye ihtiyaç vardır. Bütün bunlar geleceğe yönelik barış arayışlarına son derece olumlu etki yapacak şeylerdir. Bu yüzleşme nasıl yapılır, hakikat komisyonu mu kurulur, bunlar konuşulur anlaşılır ancak kesin olan şey buna şiddetle ihtiyaç olduğudur" şeklinde cevap veriyor.

"1958 şiddetin en yoğun yaşandığı yıllardan birisiydi…"

"Kitabınız 1958 olayları ile başlıyor. Tam da İngilizlerin Mc Millan planını sunmaya hazırlandığı sıralarda, Haziran 1958'de olayların çıkması tesadüf mü sizce? 1945'ten sonra İngiltere'nin dünyadaki baskınlığını Amerika'ya kaptırması bu olayların çıkmasına sebep verdi mi sizce? Amerika'nın parmağı var mı bu işte?" diye kitaptan bir soru soruyorum.

Hoca babacan bir tavırla anlatmaya başlıyor; "1958 yılı artık İngilizlerin adayı ellerinde tutamayacağının belli olduğu yıldır. Aslında bunun işaretleri daha evvel Mart 1957'de ABD Başkanı Eishenhower'in İngiltere Başbakanı Mc Millan ile yaptığı görüşmede verilmişti. O buluşmada Amerikalıların bölgede baskın bir hale gelmesi politikasının yanı sıra, İngiliz sömürgesi olan devletlerin 'anti-komünist ve batı yanlısı' bağımsız devletlere dönüşme politikası da irdelendi. O toplantıda artık İngiltere'nin adadan çıkacağı çok belli olmuştu dolayısıyla İngilizlerin yeni tezi "Kıbrıs bir üs" şeklinden "Kıbrıs'ta bir üs" şekline dönüştü. İşte 1958 yılında İngilizlerin adadan çıkma durumu ortadayken, Türk tarafının işin içine şiddetle girmesinin sebebi, Türklerin, İngiltere'nin giderken 'taksimi' sağlayıp öyle gidecekleri beklentisiydi. Bu daha evvel 'taksimi de düşünebiliriz' diye açıklama yapan İngiliz dışişlerinin yarattığı bir beklentiydi. O yıl işin böyle olmadığı ortaya çıktı. Bu yüzden Türk tarafı Taksim için yoğun bir siyasete başladı. Bu propaganda geniş Taksim mitingleri, Türkiye'de yapılan mitingler ve bunların sonucunda da şiddete yönelme şeklinde ortaya çıktı. Nitekim ilk siyasal şiddeti Mayıs 1958'de yaşıyoruz ve Kıbrıslı Türk işçi önderlerine saldırılar başlıyor. Arkasına 7 Haziran provokasyonu ortaya çıkıyor ki o olay bu şiddetin doruğa çıkmasına neden olan Türk Haberler Bürosuna atılan bomba sebebiyledir. İşte o provokasyon ilk toplu katliama kadar varan süreci başlattı ve Gönyeli'de 8 Kıbrıslı Rum Türkler tarafından katledildi. Bu arada İngiltere Mc Millan planını açıklayacağını hatta 17 Haziran günü bunu yapacağını söylüyor. Daha da ileri gidip, bu planı sadece açıklamakla kalmayacağını, direk uygulayacağını, dayatacağını da açıklıyor. İşte tam bu noktada maksimalist bir yaklaşımla 'Taksim'i nasıl hayata geçiririz' noktasındaki çevreler harekete geçtiler. Ortada örgütlü bir şekilde doruğa tırmandırılan şiddet vardır."

"Denktaş'ın 7 Haziran provokasyonundaki rolü…"

Bu noktada Rauf Denktaş'ın kitapta alıntılar, şahitlerle alıntılanan bu provokasyondaki rolünü "Türk Haberler Bürosu konusunda Rauf Denktaş'ın 'bombayı Türkler attı' şeklindeki itirafları malumdur. Olayın olduğu gün de İngiliz polisine itiraflarını biliyoruz. Peki 1958'den 1984'e, o ünlü ITV röportajına kadar bu olayı inkar etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?" şeklinde sorulaştırıyorum...

Niyazi Kızılyürek şöyle cevap veriyor: "Şimdi bu yapılan provokasyonun 6-7 Eylül 1955 İstanbul olaylarına benzerliği çok açıktır. O olayı model alan çevreler, yalan bir haberle, Kıbrıs'ın 6-7 Eylülünü yaratmak istemişlerdir. Dolayısıyla bir bomba patlıyor, sonra Rumlar koydu diye haber yayılıyor ve Rumlara karşı ilk saldırılar başlıyor. İşin ilginç tarafı, Rauf Bey, kitabımda da belgelerle ortaya koyduğum gibi 7 Haziran akşamı İngiliz yetkililere bombayı Türklerin koyduğunu itiraf etmiş, söylemiş ve 'bundan eminim' demiştir. Ancak yine belgelerle ortaya koyduğum gibi kendisinin bu tertip içinde olduğu çok ortadadır. Denktaş 6 Haziran günü Ankara'dan dönüyor, Türk Haberlerinin yeni atanan şefi ile birlikte dönüyor, işin tertiplenmesinde baştan sona görev alıyor. Sonra o geceden sonra inkar ediyor ve 1984'teki ITV röportajına kadar bunu sürdürüyor. O röportajda olayı itiraf ediyor ancak bu kez de 'bizden habersiz iki arkadaşımız gidip bomba attı' diyerek bu kez de TMT içindekileri rahatsız ediyor. Bu kitapta bu kişilerin rahatsızlıkları açık ve belgeli şekilde vardır. Bu konular çok fazla konuşulmayan konuları ele aldığı için adını 'saklı tarih' diye koydum. Bu olay da onlardan birisidir."

"Türkiye nasıl taraf edildi?"

Peki "1954'te Türkiye'nin 'bizim Kıbrıs diye bir sorunumuz yoktur' şeklindeki politikası üç sene içinde nasıl bu şekilde içinde şiddet olacak bir hal aldı?" diye sorumu pekiştirmeye çalışıyorum.

Niyazi Hoca burada Türkiye'nin Kıbrıs sorununun içine çekilmesinin tarihini kısaca anlatıyor…

"Bunun esas sebebi İngiltere'nin tutumudur. 1955 yılında İngiltere Londra Konferansı'nı düzenliyor ve ilk kez Türkiye ile Yunanistan'ı taraf olarak görüşmeye çağırıyor. Aslında orada biraz da oyun yapıyor. İngiltere aslında Londra Konferansı'nın ana gündem maddesini Kıbrıs olarak göstermez, onun yerine "Doğu Akdeniz'deki Stratejik Konuları Görüşme" der. O dönemde Kıbrıs Rum tarafı buna şiddetle itiraz eder. Ve der ki "bu Türkiye'yi devreye sokmaktır, taraf yapmaktır". Makarios da işte o günlerde ısrarla Yunanistan'a çağrı yaparak 'katılmayın' der ama sonuçta üç NATO ülkesi bir araya gelir. Bu konferans Ağustos sonu, 1955'de düzenleniyor ve ne ilginçtir haftasına Türkiye'de 6-7 Eylül 1955 olayları yaşanıyor. Bu da Kıbrıs sorununda Türkiye devreye girerken kararlılığını göstermek adına böyle bir provokatif bir eylemle yapılıyor. İşte o konferansın sonucuna göre Türkiye artık Kıbrıs sorununda taraftır."

"Solun tipik hastalığı: tüm suçlu emperyalizm…"

"Peki o dönemde kurulan EOKA ve artından TMT'nin ortak paydasının anti-komünizm, solcuları öldürmek olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Hep denir ya, bu emperyalizmin oyunudur diye, öyle midir sizce?" diye yine süreçle ilgili bir soru soruyorum. Kızılyürek son derece ilginç şeyler anlatıyor…

"Hayır, bence bunu biraz doğru okumak lazımdır. Bizde ne kadar böyle resmi bir milli tarih varsa bir de resmi sol tarih var. Resmi milli tarihte kötüler hep o diğer etnik grup olurken, resmi sol tarihimizde de bütün kabahat emperyalizmindir. Hal böyle olunca iç dinamikleri okuyamıyoruz. Şimdi iki örgütün yönetici kadrolarının da sıkı antikomünist oldukları çok bilinen bir gerçektir. Ayrıca sıkı birer milliyetçi ve muhafazakârdırlar da. Ek olarak çok sıkı batı hayranlığı vardır ve de soğuk savaş dönemi yaşanmaktadır. İşte bu bağlamda iki örgütün de yaptığı şey antikomünist taraflarını ortaya çıkarıp bunu yükseltmekti. Ama bir oyun daha var. Burada batı dünyasına gönderilen mesaj 'en antikomünist biziz' mesajıdır. Bir de pazarlık yapılıyor. EOKA diyor ki "ey batı dünyası komünist belasından kurtulmak istiyorsan, adayı Yunanistan ile birleştirin." Yunanistan zaten NATO üyesi, bu tehlike bertaraf edilecek. Ayni şeyi Türk tarafı da yapıyor. Hatta Türk tarafı 'Rumların %60'ı komünisttir şeklinde propaganda da yapıyor. Bunu yaparak "Taksim olsun, ada komünist tehlikesinden arınsın" mesajı veriliyor. Dolayısıyla her iki tarafın solcuları hedef alınmasının böyle bir yanı vardı. Bunun sonucunda da sonraki süreçlerde adada çözüm isteyen sol güçler 'gayrı milli, vatan haini komünistler' haline geldi. Bu politikalar soğuk savaş süreçleri içinde hep devam etti. 1964 Acheson Planı masaya geldiğinde hem Türkiye hem de Yunanistan adanın kendilerine bağlanması halinde (çifte Enosis) komünist tehlikesinin ortadan kalkacağını söylediler. Bir anlamda 'komünist heyulayı' araçsallaştırıp milli politikalarda maksimalist oyunlar oynamaya gerek duydular."

"Makarios 'kızıl papaz' mı?"

Burada "sonradan Makarios bile komünist ilan edilip 'Kızıl Papaz' denildi" diyerek araya giriyorum ancak Kızılyürek bunu doğru bulmuyor.

"O tabii başka bir çalışma olacak. Bu kitap benim yaptığım çok geniş çaplı bir araştırmanın bir parçası ve yakında çıkacak olan diğer kitabımda bu konuyu göreceksiniz. Yani Makarios 1964 yılında Akritas planı çerçevesinde örgütlenir ve Enosis için bir hamle daha yapar ama istediği yine olmaz. O zamandan sonra da yavaş yavaş Sovyetlere dönen bir açılım içine girer. Makarios'un kafasında 'batı dünyasında Türkiye'nin ağırlığı sürdüğü sürece Enosis gerçekleşmeyecek' düşüncesi vardır. O zaman doğu bloku ülkeleri, bağlantısız ülkelere açılım yapıyor ve aslında Enosis olan milli politikasını bu açılımlar üzerinden gerçekleştirmek istiyor. Ama bu sefer de batı için 'şaibeli' hale geliyor, 'Kızıl Papaz' lakabını alıyor. Aslında kendisi ne kızıl papazdı ne de Kıbrıs Küba olacaktı. Makarios son derece antikomünist biriydi ve batı hayranı bir dindardı. Yani komünizm tehlikesi diye bir şey yoktu."

"Kilise özelinde olumlu değişen Rum toplumu…"

Tam bu noktada hazır kilise konusu açılmışken, "son zamanlarda kilisenin Kıbrıs konusunda daha ılımlı bir politika güttüğü görülüyor, siz ne düşünüyorsunuz? Hrisostomos'un duruşunda ne değişti?" diye soruyorum. Kızılyürek kilisenin rolü ile birlikte Rum toplumunun federasyona bakış açısının da 'iyi yönde' değiştiğini gözlemlediğini söylüyor.

"Şu bir gerçek ki bu yeni müzakere sürecine, Başpiskopos Hrisostomos'un olumlu baktığı, süreci tıkayacak açıklamalar yapmadığını ve temkinli bir iyimserlik içinde davrandığını söyleyebiliriz. Bu yeni bir yaklaşımdır. 2004 yılında Baf Metropoliti olan Hrisostomos'un aynı kişi olarak Annan Planına lanetler yağdırdığı hafızalardadır. Şimdi bir farklılık var ve bu Rum toplumunun tümünde var. Yani geçen 10 yıl içinde Kıbrıs Rum toplumunun karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlar olsun AB nezdinde yaşanan düş kırıklığı olsun, bu değişimde etkili oldu. Buna bir de Sayın Mustafa Akıncı'nın seçimi kazanması ve sürdürdüğü etkili, olumlu duruş; bunun yarattığı umutlu ortamı da ortaya koyarsak, bütün bu faktörler yavaş yavaş Kıbrıs Rum toplumunun 'federal bir devlet' fikrine daha olumlu bakmasını sağlıyor.

Hemen sonuca varmak istiyorum ve malum soruyu soruyorum; "olası bir referandumda Annan planındaki hayır cevabının tekrarlanmayacağını düşünebilir miyiz?"

Ancak hocam heyecanımı yatıştırıyor…

"Hayır şu an hiçbir şey düşünemeyiz ancak şunu kendi izlenimlerimle söyleyecek olursam, Kıbrıs Rum toplumu içerisinde federal bir devlet anlayışına sıcak bakanların sayısı hızla artıyor."

"Liderlerin şu an yarattığı sinerji görülmemiş bir şey…"

"Eh, bu da bir şey" diye iç geçirip "liderlerin süreçteki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle sosyal alanda yapılan birçok aktivite umut verici görünüyor. Gerçi bunları Derviş Eroğlu döneminde de görmüştük" diyecek oluyorum ancak Niyazi Hocam kesin bir dille bunu reddediyor…

"Hayır, bence ne Derviş Bey ne de başka bir zamanda hiç böyle bir şey görmedik. İki liderin şu anda yaptıkları, bilindik baş başa müzakere ve arada bir yemek yeme olayının çok ötesine geçmiş bir şeydir. İki lider sivil toplumu sürece müdahil edecek açılımlar yaptılar ve bunların sonucunda toplumları yanlarına çektiler. Yani birlikte kalabalık ortamlara girmek, beraber tiyatro izlemek, müzik dinlemek çok sembolik şeyler. Ben bu etkinliklerde bulundum ve katılan insanların her iki tarafta da nasıl heyecan duyduklarını gördüm. Bizim gibi toplumlarda liderler fevkalade önemlidir. Yani biz aslında bir tür lider toplumuyuz ve liderlerin yarattığı sinerji çok önemli bir hale geliyor. Ben bu gidişin devam etmesini ve daha yaygın hale gelmesini arzuluyorum. Federal devlet hem güçlü liderlik ister hem de güçlü liderlerin arkasında duran sağlam bir toplumsal desteğe ihtiyaç duyar. Dolayısıyla toplumları sürece müdahil etmek son derece önemli bir olgudur."

Ben yine araya "umutlu olmak gerekir mi sizce?" şeklinde giriyorum ancak Niyazi Hocam yine tedbiri elden bırakmıyor ancak çok önemli tespitleri var;

"Yakın dönemlere baktığımız zaman ilk kez müzakerelerden bir sonuç çıkma ihtimali normal vatandaşın kafasına girmiş durumdadır. Dahası onların kafasına girdiği zaman uluslararası aktörlerin de kafasına çözüm olgusu girmiş durumdadır. Kısacası süreçteki momentum 'çözüme gidiliyor' algısını yarattı. Ancak altını çizmekte yarar var. Daha yolun başındayız ve çok sorunlarla mücadele etmek zorundayız. Dolayısıyla masada toplumların onuru kıracak davranışlardan kaçınmanın yanı sıra gerekli cesaret ve esneklik gösterilmelidir. Ama momentum son derece yapıcı görünmektedir."

"UBP'nin 11 Şubat'a evet demesi çok önemlidir…"

Peki "hocam kuzeyde kurulan hükümeti nasıl değerlendiriyorsunuz? UBP ve CTP'nin toplumsal konsensüs şekline bürünen buluşmasını barış yönünde verilen bir mesaj olarak algılayabilir miyiz?" diye son bir soru daha soruyorum.

Yine önemli tespitlerle dolu bir cevap veriyor hoca…

"İç politikayı çok yakından takip etmem ama koalisyonlar Kıbrıs Türk toplumunun bir gerçeği. Ama ne olursa olsun kurulan koalisyonlar meşrudur ve kurulan bu koalisyonları 'şununla meşru, bununla değil' şeklinde düşünemeyiz. Daha somut konuşacak olursak, sağın ve solun büyük partisi bir araya gelip hükümet kurmasına bir mana yüklemek istemiyorum. Bu biraz hayatın gerçeği gibi bir şeydir. Onun dışında UBP gibi bir partinin 11 Şubat Belgesi temelinde Kıbrıs sorununa bakmayı kabul etmesi son derece önemlidir. Çünkü 11 Şubat, her ne kadar Sayın Eroğlu tarafından imzalansa da, o metinde Türkiye'nin rol aldığını biliyoruz. Ve o metin ne iki ayrı devletten ne konfederasyondan söz eder. O metin çok açık bir şekilde Kıbrıs'ta iki bölgeli iki toplumlu federasyondan bahseder, bunu hedefler. UBP buna yönelik bir hamle yaparsa ben bunu önemserim. UBP'nin liberalleşmesini önemserim. Kıbrıs Rum toplumuna baktığınız zaman sağın kökleri EOKA'ya kadar gider. Ancak özellikle Glafkos Klerides'in liderliği altında sağ, liberalleşmeye yönelik adımlar attı. Şimdi ayni şeyi Kıbrıs Türk sağı için de diliyorum çünkü bu şekilde atılacak olan adımlar sağ bir partinin çoğulculuğu benimsemesi demektir giderek daha gelişmiş bir demokrasi içinde yaşamaya gidiş demektir. UBP'nin bu işi kotarıp kotaramayacağını göreceğiz."

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

En güncel gelişmelerden hemen haberdar olmak için

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.