BİRAZ AYDINLIK

Mert MAPOLAR, C.Ht.
mertmapolar@gmail.com
Mert MAPOLAR, C.Ht.

Milletvekilliği adaylık teklifini niye reddettim?

Yayın Tarihi: 10/12/21 07:00
okuma süresi: 23 dak.

Okuyucularım ile dostlarımdan tarafıma gelen sürekli mesajlardan biri de, bu kadar bilgili ve donanımlı aydın bir kişi olarak neden aktif siyaseti düşünmediğim yönünde görüşler tarafıma devamlı iletilmektedir...

23 Ocak 2022 tarihinde gerçekleşecek, “Milletvekilliği Erken Seçimine” kısa bir süre kaldığı bugünlerde, KKTC siyasi partilerinden de tarafıma milletvekilliği adaylığı için teklifte bulunanlar oldu ve bu teklifleri nedenleri ile birlikte, şu anda ülkenin bulunduğu koşullarından ve kişisel mesleki sorumluklarımdan dolayı kabul edemeyeceğimi, bunun zamanının geleceğini kendilerine ilettim, yani adaylığı kibarca reddettim...

Bugün sizleri “Kıbrıs Türk siyasetinin” o eski tozlu sayfalarında, “anı” olarak iz bırakan, unutulmuş bir bölümüne, yolculuğa çıkaracağım...

Şimdi arkanıza yaslanın ve bu tarihin “ders verici” yolculuğunda, Kıbrıs'ta yaşanılanlara hep birlikte bir göz atalım...

Sizce geçmişten ders almak, ileriye doğru atacağımız adımlarda neden bizim için önemlidir?

Bana göre tarih bize geçmişteki hatalardan ders alma fırsatı verir... İnsanların neden bu şekilde davrandıklarının birçok nedenini anlamamıza yardımcı olur... Sonuç olarak, insanlar olarak daha şefkatli ve karar vericiler olarak daha tarafsız olmamıza yardımcı olur...

O dönemin orijinal “Kıbrıslı” konuşma özelliklerini koruyarak, tarihe yolculuk anılarının bazı bölümlerini aynen sizlere paylaşıyorum, yazıyı sonuna kadar dikkatli bir şekilde okumanızdan dolayı şimdiden size teşekkür ediyorum...

Anıların hikâyesi şöyle başlıyor (kendi ağzından):

"... Politika, benim için dik bir yokuştu. Tırmanması çok zor olacaktı. Çünkü politika oyunlarını, dalaveralarını bilmiyordum. Yabancısıydım bu mesleğin. Girmişliğim, çıkmışlığım da yoktu politikaya. Merak duymamıştım hiç. Sürüşü zor, bir güdüm işiydi bence politika. Bu bilgisizlik içerisinde soyunamazdım politikaya. Ama gerçi o günlerde bizde de açıktan açığa ve kesin denecek bir derecede politika yapılmıyordu, politikanın daha o günlerde ilkokul sıralarında, hatta ABC'sinde sayılıyorduk. Parti yoktu, çarpışan görüşler, fikirler yoktu. İdeolojiler bugünkü kadar yayılmamış, bugünkü gibi sınıflandırılmış değildi.

                Sevdiğim saydığım Girneli dostlarım vardı. Onlar bana her gelişlerinde sitem ederlerdi:

                - Daha karar vermedin mi Ağam?

                Neyin kararı olacaktı bu? Bir devre gelip, geçmişti de tüyüm bile kımıldamamıştı. Tahrikler geliyordu başlangıçta, teşvikler birdenbire tahriklere dönüşüvermişti. Politikanın ne kadar güç olduğunu, bunu benim kıvıramayacağımı onlara anlatmak hiç kolay değildi ve gene de öyle oldu. Bir gün kalabalık bir Girneliler grubu geldi bana. İyi karşıladım, hoş karşıladım onları. Gelişlerinin nedenin anlamıştım. Gene benim milletvekili adayı olmam için ısrar edeceklerini biliyordum. Kahveler içilinceye kadar tıs çıkmadı bu konuda. Havadan sudan söz ettik. Nihayet Ahmet Rifat bey arkadaşımız dayanamadı ve açılıverdi:

                - Bir kuru kahve içmeye gelmedik, dedi.

                - Hoş geldiniz, safa geldiniz, dedim ama, doğrusu niye geldiğinizi de bir türlü anlayamadım, kestirtemedim doğrusu dedim.

                Birlikte gülüştüler:

                - Senden kesin cevap almadan bu defa buradan , şuraya adım atmayacağız.

                - Yani gene mi o mesele?

                Dayanamadı Ahmet Efendi ve döküldü de döküldü, boşaldı da boşaldı:

                - Yahu dedi, Girne halkının hacısı da hocası da seni milletvekilleri olarak görmek istiyorlar. Hesap yaptık. Girne'nin iki yüz elli altı oyu var. Bir tek oy kaçmaz. Bu iki yüz elli altı oy aldıktan sonra, altmış, yetmiş oy da çingene oyu toplarsak, çıktın gitti.

                Diğer Girneliler de söze karışıyordu:

                - Baban kırk sene muhtarlığımızı yaptı. Allah bilir, biz hepimiz de memnunuz ondan. Şimdi de oğlunu milletvekilimiz olarak görmek istiyoruz. Bu defa kaçamayacaksın, kurtulamayacaksın elimizden. Burada senden söz almadan bir tarafa gitmeyeceğiz. Kararımız böyleydi, değil mi arkadaşlar?

                Doğrulama anlamında kafalar inip, kalkıyordu. Görünüm güzeldi, iç açıcı idi. Galiba ikna etmişlerdi beni. Şimdiden söz vermek, peşin karar vermek olacaktı ama, dayattılar, durdular.

                - Hacı Dayının da, Çakır'ın da, İsmail Patiki'nin de, Antikanın Hüseyin'in de Hamdi Hoca'nın da selamları var. Onlar da kesin cevap almadan geri dönmeyiniz dediler.

                - Ben arkadaşlar, dedim. Ben bu politika oyunlarını bilmiyorum. Pek becereceğimi sanmıyorum bu seçimi.

                - Biz varız, dediler. Dedik ya Girne'nin tüm oyları senin. Senden bir tek oy kaçmaz. Senin için biz çalışacağız. Dairelerdeki Türk memurlar da hatta polisler de hep seni istiyorlar. Ama onlar polis olduklarından, memur olduklarından açıktan açığa ortaya çıkmıyorlar. Onlar senin lehine politikayı saman altından yürütecekler.

                - Söz veriyorum dedim. Bu seçimlerde Girne'den adaylığımı koyacağım. Günü geldiği zamanda sizleri haberdar edeceğim.

                Üzerime sarıldılar, öpüştük, koklaştık, içlerinde, gözyaşlarını tutamayanlar ve ağlayanlar vardı...

Denktaş'ın gölgesinden korkanlar "Ulusal Şemsiye"nin altında yelpazelenmeğe başlamışlardı. Ben "Ulusal Şemsiye"nin altında veya onun gölgesinde değildim. Girnelilere verdiğim sözü tutuyordum. Adaylığımı Girne'den koymuştum. Karşımda "Şemsiye" içi ve dışı daha birçok  adaylar vardı. Örneğin muhtar Halil Fikret, tatlıcı Ahmet Mithat Akpınar, memuriyetten ayrılma Erol Birol ve dahaları. Meydanlar bizimdi. Yalnız meydanlar mı ya? Taşıyla, toprağıyla koskoca bir Girne ve ilçesi bizimdi. Özbeöz bendim adayları Girnelilerin. Akpınar Kırnılı idi. Birol yabancı ilçeden geliyordu Girne'ye. Muhtar Halil Fikret ise Girne'nin köylerindendi. Bir de aramızda Fotalı Çoban Hasan vardı ki, bu çok entertesan bir tipti. Okuyup, yazma bilmiyordu ama, oy potansiyeli vardı. Temsilciler Meclisi için adaylık koymuş olan Mustafa Hacı Ahmet, onun oylarından yararlanmak amacıyla Çobanı de öne itmiş ve Cemaat Meclisi milletvekilliğine adaylığını koydurmuştu... Çoban da Cemaat Meclisi milletvekili adayı idi ben de aynı Meclisin milletvekili adayı bulunuyordum... Yalnız seçim nedeniyle gittiğim her köyde hemen hemen her zaman rastladım ona. Kendisi bir kahvenin içinde otururdu. Konuşmaz, halkla dertleşmezdi. Kimin hazırladığını bilmediğim nutuklarını ise akrabasından bir genç halka okurdu...

Adaylığımızı Ağırdağ İlkokulu binasında koyacaktık. O gün tüm adaylar orada toplanmışlardı. Herkes adaylık masrafını depozit olarak yatırıyor ve rengini seçerek adaylığını koyuyordu. Seçimi kaybedenlerin yanı sıra oyların yüzde şu kadarını alamayanlar da yatırdıkları parayı kaybediyorlardı. Parayı kaybedenlerden birisi de bendim.

                Okulun kapısında duruyordu Mustafa Hacı Ahmet. Ceketi sırtındaydı ama, düğmesizdi sanki. Gömleği görünüyordu ve gömleğin cebindede beşlik Kıbrıs liraları sıralanmıştı. Gelene gidene cebindeki bu paradan dağıtıyordu... Bundan sonradır ki, meydan nutukları hızlanmaya başladı. Adaylar köy köy geziyorlar, meydanlarda ve kahvelerde nutuklar çekiyorlardı. Köy gezilerinin en heyecanlısı ve en başarılısı gene Mustafa Hacı Ahmet'in ziyaretleriyle oluyordu. Bu ziyaretlerden sonraydı ki Mustafa Hacı Ahmet konvoylar halinde bir barın yazlığına baskın yapar, yüz kişilik ziyafetler çekerdi propaganda süresince. Biz köy gezilerinden üç, beş arkadaşla dönerken, sık sık bu ziyafet masalarıyla karşılaşırdık. Ziyafetlerin çoğu Girne Boğazındaki Barlarda verilirdi. Yiyip, içenlerin sayısı hesapsızdı. Bazı adaylar ise, gittikleri köylere sini sini baklava taşırlar, sinilerle baklava ikram ederlerdi kahvedekilere...  

                Bir akşam üzeri yorgun denecek bir halde, Girne Boğazı'nın bir kahvesinde oturmuş, bir kahve içiyor, hem dinleniyor, hem de düşünüyordum. Birden yanımda buldum onu (Mustafa Hacı Ahmet'i). Dünya umurunda değildi. Parayı bolundan harcıyordu durmadan...

                - Bu halin ne? dedi.

                - Biraz yorgunum galiba, dedim.

                - Aldırma canım, dedi. Senin can sıkıntını anlarım ben.

                Sonra garsona seslendi, iki duble viski getirmesini söyledi.

                - Para yetiştiremiyorum Mapolar, dedi. Su gibi para gidiyor.

                - İnsanlar doymaz, dedim.

                - Doyurmazsan da işleri yürütemezsin. Hamama giren terler. Biz hamama girmeden terliyoruz. Daha seçime var. İnanır mısın eldeki, avuçtaki de yetmedi. Borçlanmak zorunda da kaldım.

                - Ben yapamam böyle işi, deyip kesip attım.

                - Üzülme, dedi. Sen seçimi kaybedersen, ben senin depozitini de ödemeğe hazırım. Yalnız

arada bir benden de söz edersen fena olmaz...

                Çobanla araları açılmıştı... Konuşmasını bekledim ve açıldı:

                - Katil be bu adam! Seçim yasaklarına göre adaylık koyamaz. Bu işin kökünü kazıyınız. Bir tarihte, topuzla birisini öldürdü ve hapse mahkum oldu. Adi suçtan hüküm giymiş olan bir adamın milltvekili olmasına, hatta adaylık koymasına yasalar cevaz vermez.

                Bu haberi yalnız bana değil, diğer adaylara da vermiş, olayı onlara da teker teker anlatmıştı. Benim gibi onlar da gülerek geçmişlerdi bu olaya. Kimse aldırmamış, kimse ilgilenmemiş ve kimse de kökünü araştırıp, yasalara başvuruda bulunmamıştı...

                Çobana karşı cephe hazırlıyordu. Sonraları öğrendik ki, Çoban Mustafa Hacı Ahmet'in her istediğine baş eğmemiş ve gittiği yerlerde de onun propagandasını yapmamış, bu yüzden de araları feci bir şekilde açılmıştı. Gerçi Çoban hepimizden fazla oy alarak, kazanma şansı seçilmeğe kadar yaklaşmışsa da aldığı oylar yeterli olmadığı için seçimi kaybetmişti.

                Ziya Demircioğlu'na şimdi hak veriyordum. Politika dediğin gerçekten çirkef bir işti, yürek isterdi, dalavere isterdi. Herkes de böylesine bir harekette elbette bulunamazdı. Bunlardan birisi de bendim. Seçim devresi süresince ne birisne bir yemek yedirmiş ve ne de kahve ısmarlamıştım. Zaten bunları yapacak mali güçte de değildim. Gece geçmiyordu ki, Mustafa Hacı Ahmet adına masalar düzenlenmesin, yüzlerce kişi içki alemlerinde yiyip içmesin. Biz, bunlara bile hep seyirci kalıyorduk...

                Ozanköy'e yaptığımız ziyaretten sonra idi ki, bir Ozanköylü ertesi gün bana geldi. Tanımıyordum bu adamı. Yanıma yaklaştı ve bana şunları söyledi:

                - Behzat bey diyor ki, kendisine elli Kıbrıs Lirası gönderesin de propaganda için bu parayı dağıtsınmış ahaliye. Hem de köyün görülen yerlerine fotoğraflarını assınmış, adını boyalarla yazsınmış duvarlara...

                - Arkadaş git ve Behzat beye söyle, bende elli Kıbrıs lirası yok de kendisine. Bende adama kahve ısmarlayacak para bile yok. Kendisi gerçekten beni seviyorsa, benim propagandam için lazım geleni kesesinden yapsın, seçimden sonra kazanırsam görüşürüz...

                Neler, neler dönüyormuş meğer bu seçimlerde. Yemeler, içmeler bir yana su gibi para akıtmak da varmış hesapta. Meğerki biz, bunları hesaba katmadan girmişiz bu seçimlere. Oluk gibi para akıtsaydın, gene de yetmezdi bu işe. Durmadan vereceksin, vereceksin ve sonunda da "belki" alacaksın. "Belki"ye dayandığı için de peşin harcamak zor oluyordu bizler için. Zaten elde yoktu, avuçta yoktu.

                Afiş çıkaracak, el reklamı çıkaracak paramız olmadığı için bunları bile yapamamıştım başlangıçta. Bozkurt Gazetesi sahibi Cemal Toğan beyin dikkatini çekmiş olacak ki, bir gün bana:

                - Sen afiş, reklam bastırmıyor musun? diye sordu... Cemal beye şöyle bir yanıt vermiştim:

                - Aşağı yukarı, her köye gidiyoruz, konuşma yapıyoruz. Afişle reklamı gereksiz buluyorum.

                - "Param yok, bu yüzden yapamıyorum" diyemememiştim ona...

                - Bana büyük boy bir resmini getir. İstersen biraz da bir şeyler yaz. Bir de dört sayfalık bir el reklamı hazırla.

                Yok diyememiştim ona. İstediklerini birkaç gün içersinde hazırlayıp götürdüm. Cemal bey iki gün içersinde, büyük boy bir afişle, dört sayfalık bir broşür bastı bana ve paketletip elime tuttururken de:

                - Bunlar da benim sana hediyem, dedi...

                Bu seçimler nedeniyle, her gün yeni yeni ve garip denecek olaylarla karşılaşıyordum...

                Bir gün de Kooperatif Merkez Bankası memurlarından Yaşar bey geliverdi yanıma. Kahkaha kahkaha üstüne gülüyordu.

                - Hayırola Yaşar bey, dedim.

                - At iki yeşil, dedi.

                Ve gülüyordu hala daha.

                - İki yeşili ne yapacaksın Yaşar bey?

                - Yiyip, içeceğiz. Sana da oy toplayacağız.

                - Ben böyle oy istemem. Hem bende iki yeşil ne gezer?

                - Kesenin ağzını açmazsan, sen de seçimi kaybedersin. Kimseden oy alamazsın. Mustafa Hacı Ahmet'i görmüyor musun? Her gece, beş on kişiye değil de yüzlerce kişiye ziyafet çekiyor.

                İnsanlar sarıyor adayların çevresini. Hemen hemen hepsi de bir şeyler koparmak, bir şeyler çıkarmak için. Fakat benim yanıma gelenlerin elleri, avuçları hep boş dönüyorlar ve belki de içlerinden bana küfrediyorlardı. Alışkanlık haline gelmişti seçmenleri soyup soyup soğana çevirmek insanlar için. Neydi bu milletvekilliği sandalyeleri? Bu sandelyeler neden doldurulacaktı? Gene insanlara hizmet etmek için değil miydi? Bunu bile düşünmüyorlardı. Zaten insanların çoğunun kendilerinden başka düşündükleri de yoktu ki. Düşünmüş olsalardı, bizde de "seçim" olurdu. Çünkü "seçim"lerin sonucu gösteriyordu ki, milletvekilliği sandalyesini işgal etmesi gerekli kişilerin hemen hemen hepsi de meclisin dışında kalıyorlardı. Bu yüzden meclisler her devrede zayıflıyor ve istenileni veremiyordu. Koskoca bir meclisin bugün bile Ahmet Mithat Berberoğlu gibi bir parlamenterden yoksun oluşu bir eksiklik değil miydi?

                Umudum Girne'deydi. Beni çok yakından ve çok iyi tanıyan Girne ve Girnelilerdi. Ben Girne'yi, Girne de beni hiçbir zaman unutmuş değildi. Benim inancım buydu. Fakat Girnelilerin ne düşündüğünü de bilemiyordum. Çünkü herkesin içinde de değildim. Fakat Girne'de kiminle karşılaşsam "oyum senindir" der ve kesin bir güvence vererek, gelip geçerdi. Sözde halkevi üyeleri benimdi. Onlara bir kitaplık kurmayı da kabul etmiş ve başlangıç olarak da bazı kitaplar vermiştim. Fakat sonuç gösterdi ki , ne Girneliler ve ne de halkevi üyeleri benim değildi, benimle hiç değildi. Herkesin güvencesi, yalnız sözde kalıyordu.

                Girne'den yalnız yetmiş sekiz oy alabilmiştim. Vasilya'dan ise bir tek oy çıkmıştı bana. Boğaz Bölgesinden ise on dokuz oy almıştım. Bunların çoğunu da hısım akrabanın oyları oluşturuyordu. Ozanköy'den beş oy geliyordu. Biraz güvendiğim bölgelerden olan Templos'tan yeni adiyle Zeytinlik'ten ise on altı oy alabilmiştim. Toplam aldığım oyların sayısı yüz on dokuzdu. Buna karşın ise, adını yazmayan Çoban ise üç yüze yaklaşan bir oy almıştı bu seçimlerde. Kaliteye bir ölçü olsun diye vuruşturdum bu iki rakamı...

                - Son güne kadar oyların çoğunun benim olduğunu söyleyen köy halkı, son dakika neden fikrinden caymıştı?

                Sonucun neden böyle olduğunu sonradan öğrendim. Seçime bir gün kala, Mustafa Hacı Ahmet torbalar dolusu kundura götürmüş Templos'a...

                Sonuçlar belli olunca, Ahmet Mithat Akpınar ayağa kalkmak istedi, fakat kalkamadı. Sapsarı kesilmişti, bir kuru dal gibi sallanıyordu. Yıkılıverdi sandalyenin üzerine. Halil Fikret'le aralarında on yedi oyluk bir fark vardı ve bu farkla seçimi kaybediyordu Ahmet Mithat Akpınar. Koluna girmek istedim. Ayakta olmasına karşın, duramıyor, bacakları direklemiyordu onu. Fırtınaya tutulmuş gibiydi. Konuşmak, bir şeyler söylemek istiyordu ama, dili tutulmuş gibiydi. Yalnız bakıyor ve konuşamıyordu. Koluna girmeme müsade etmedi. Bu, o anın bir dalganışından başka bir şey değildir. Teselli etmeğe çalıştım onu:

                - Seçim bu, dedim. Kazanmak da var, kaybetmek de. Ben kaybedenler arasındayım. Hem ben, bu seçime kendi isteğimle çıkmadım. Onların arzularıyla adaylık koydum. Gene de bana oy vermediler ve kaybettim...

                Dışarıda büyük bir kalabalığın toplandığı, gelen uğultulardan, çığlık ve alkışlardan belli oluyordu. Pencerelerden birinden başımı okulun bahçesine uzattığım zaman, şimdiye dek görülmemiş, bir insan kalabalığıyla karşılaştım. Tempo tutuyorlardı, hep bir ağızdan insanlar

                - Mustafa Hacı Ahmet, Hacı, Hacı... Yemeğe, yemeğe.

                - O, halkın yanından hiçbir zaman ayrılmamış olmasına karşın, bu akşam onlar için Mustafa Hacı Ahmet yoktu ve olmamıştı da. Arka taraflardan geçerek arabasına atlayan Mustafa Hacı Ahmet, kalabalığın gözleri önünde, fakat onların göremeyeceği bir şekilde gözden kayboluyordu..."

...

Sevgili dostlar bugün sizlere, Kıbrıs Türk Edebiyatı ve Basın Tarihinin Duayenlerinden Merhum Gazeteci -Yazar Hikmet Afif Mapolar'ın torunu olarak, “40 Yılın Anıları 2” Kıbrıs Güncesi'ndeki “Girne'den Milletvekili Adayı Oluyorum: İlk Temaslar” başlıklı büyükbabamın yazısının, bazı bölümlerini orijinal şekli ile paylaştım...

Kıbrıs’ta çok yönlü gazetecilik olayını yaşayanlar çok değildir. Hele Kıbrıs Türk politik hayatını hem yaşamak, hem yazmak kolay kolay başarılamaz. O, olayları hem yaşadı, hem yazabildi...

Siyasi tarihimizde ders niteliğindeki bu yazının ilk başında size sorduğum sorunun cevabı tam da budur!

"Sizce geçmişten ders almak, ileriye doğru atacağımız adımlarda neden bizim için önemlidir?"

Kıbrıs Türk siyasi tarihinde yaşanılan bu olaylar, elli yılın üzerinde, yani yarım asırdan fazla bir zamandır devam ediyor...

Peki, günümüzde ülke siyasetinde sizce ne değişti? Yazılanları dikkatli bir şekilde okumuşsanız şunu farketmişinizdir, bugün yaşadığımız her şeyin aynısı sürekli olarak yaşanmaya devam ediyor... “Siyasi Kısır Döngü” fazlasıyla bu ülkede kesintisiz devam ediyor... Ya da devam ettiriliyor... Kimin tarafından? “Üst akıl” tarafından...

Yarım asırdan fazla zamandır ülkede devam eden bu “Siyasi Kısır Döngü”, şu an halen daha öyle ya da böyle devam ettiriliyor... Günümüzde halen daha, ortak akılla, döngüyü kıracak siyasi irade gücü ortaya yeterince ve bilinçli olarak konmadığı için milletvekilliği adaylık teklifini reddettim!

Mevcut bilinç düzeyi ve zihniyetle, dönüp dolaşıp geleceğimiz yer, yarım asır önce yaşadığımız şeylerin tamamen aynısı ya da benzerleri olacaktır... Asla bir adım ötesi değil! Ülkedeki genetik zihin mirası devam ediyor...

Değiştirmek için, değişmek gerekiyor!

Bu gücü oluşturacak kadar zihniyetlerin değiştiğini görmem ile birlikte, halkın vereceği böyle bir görevi fazlasıyla üstlenmeye hazırım... Bu ortak akılla birlikte mücadele edilecek bir yoldur... Tek başına çıkılacak bir yol asla değildir...

Şu anda profesyonel mesleğimden dolayı yüzlerce insanın hayatlarına dokunuyorum, o insanların bana en fazla ihtiyaçları oldukları böylesine kötü bir dönemde onları, aktif siyasete girerek tek başlarına bırakamam... Tarafımdan danışmanlık hizmeti alan siyasetçilerin karşılarına, bir rakip olarak şu an çıkamam!

Öncelikle kendimizi ve düşüncelerimizi hayatımızın kısır döngüsünden çıkarmamız gerekiyor... İşte o zaman “Siyasi Kısır Döngü”den ülke olarak kurtuluruz ve başka taraflara da, dünyaya da daha fazla odaklanmaya başlarız... Toplumsal dikkat dağınıklığımız her geçen gün daha fazla artıyor... Bunun farkındalığını bireyler olarak başarırsak, toplum olarak da başarırız ve ülke olarak da hak ettiğimiz yerlere ulaşırız... Aksi takdirde “kısır döngü” devam edecek ve Kıbrıs Türk halkı olarak sürekli o dairenin etrafında dolaşıp, duracağız... O döngüyü ortak düşüncesel güçle kıracağız... Güçlerimizi birleştirerek ortadan kaldıracağız...

Şiddetli alışkanlıklar, insan doğası için o kadar büyük bir leke ve kendi içlerinde o kadar korkunç ki, doğru sebeple harekete geçen her insan onlardan kaçınacaktır... Ta ki gün gelip de bireysel farkındalıktan, toplumsal farkındalığa dönüşünceye kadar... O zaman beyaz ışığı üzerinizde ve düşüncelerinizde daha fazla hissedeceksiniz... Ve kalbinizi ateşten bir tapınağa dönüştürmenin zamanı geldiğini anlayacaksınız...

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Kuzey Kibrisli16/12/21 16:41
Tek kelime ile harika Sn Mapolar… Söz konusu eseri edinip okuyacağım. Yüzde yüz haklısınız ve çok doğru bir karar verdiniz. Hiç katılmadığım bir konudur şu biz “Kıbrıslıların” sürekli eskiye dönük olarak İngiliz kültürü vs… ile gereksiz övünmelerimiz. Sanki bir toplumsal kimliksizliği örtmek için birileri ile mukayeseye girip bir şeylerin eksikliğini örtmek için bir övünmeye başlarız ki Baf’tan Karpaz burnuna kadar yetmez bizi bu Kıbrıscık. Duyan ve bilmeyen da zanneder bizi Kraliççanın baş danışmanıydık! Halbuki o zamandan ne olduğumuz belliydi…. Yedirene mi kızalım yeyenleri mi? Pozitif yönde bir arpa boyu yol gitmedik amma negatif yönde dünyayı turladık geçirdiğimiz süreçlerde. Şimdiki seçimlerde yedirecek olanlar mı hatalı yoksa yeyecek olanları mı acaba? Demokrasimizin seçim ziyafeti… Yeyenlere da yedirenlere da afiyet olsun! Hücuuummm…