Oyun kurucular ve top toplayıcılar…

Yayın Tarihi: 15/03/21 11:23
okuma süresi: 13 dak.

“Görüşmecilik meslek değildir. Akıl işidir. Görüşmeci, bir maksat için görüşür. Tellal değildir. Elindeki mala, en çok fiyatı verene malı teslim etmek gibi bir yaklaşımı yoktur. Siyasal görüşmelerde, görüşmeciye verilmiş bir hedef vardır. Ondan, bu hedefe varmak için izleyeceği yolda, karşısına ne çıkarsa çıksın, vazgeçmemesi, gereken prensipler konusunda çok titiz davranması istenir. Kısacası, görüşmeci belirli yetkilerle donanmış, görüşme koşulları önceden kararlaştırılmış, kırmızı çizgileri belli bir ortamda sorumluluk yüklenmiş, savunduğu davaya inanmış bir müzakerecidir. Savunulacak davaya inanç esastır. Aynı zamanda müzakereci; dosyasını, davasını, geçmişi ve karşısındakileri çok iyi bilmelidir. En önemlisi karşı taraftaki müzakerecinin de elde etmeye çalıştığı bir hedefi olduğunu ve bu hedefe varmak için onun da elinde bir yetki belgesi bulunduğunu bilmesi gerekir.”

Rauf R. Denktaş'ın, "Kıbrıs, Girit olmasın" adlı kitabının 20. sayfasındaki 'Genel Değerlendirme' bölümü bu satırlarla başlar.

Son derece net, tartışmaya yer bırakmayan, kendi içinde bir yol haritası olan ve olayın neredeyse tüm boyutlarına atıf yapan bu giriş cümleleri, seversiniz, sevemezsiniz bilemem ama şüphe götürmeyecek derecede devlet adamlığı tütmektedir.

Kendini ikide bir Denktaş ile karşılaştırmaya çalışanların genelinin ya da onun okulundan çıktığını iddia edenlerin asla kuramayacağı cinsten olan bu ifadeler aynı zamanda iddialıdır da.

Savunduğu şeye, dolayısıyla davaya inanmış olduğunu hepimizin zaten bildiği Denktaş'ın bu inancının yanında aynı zamanda 'dosya' diye nitelediği işin teknik yanına da hakim olduğuna eminiz. Ama Denktaş'a göre iş olayın gelmişini geçmişini ya da teknik terimini bilmekle de bitmemektedir çünkü bunun bir de rakip tarafı vardır. İşte Denktaş, yukarıdaki giriş cümlesinde bu hususa eğilirken rakibinin davasını tüm detaylarıyla bilmesinin de önemine parmak basmakta ve bu da yetmemekte, onun da aynen kendisi gibi 'yetkilendirildiğinin' farkında olması gerektiğini söylemektedir.

Oysa Denktaş'ın 'davaya' ya da dosyaya inanç ve bağlılığı sadece teknik terim ya da olayın felsefesini bilme noktasını da aşacak cinstendir zira yine aynı kitabın 23. sayfasında, 4 yıllık bir nevi sürgünden sonra adaya döndüğü tarih olan "13 Mart 1968" gününü neden seçtiğini aynen şu cümlelerle anlatmaktadır:

"Herhalde imtihanı geçmiştim ki adaya dönüşüme izin verildi. '13' rakamı Makarios için hayırlı bir rakammış. Kendisi söylemekteydi. 12 adadan sonra Kıbrıs'ı 13. ada olarak Yunanistan'a bağlamak ona tanrısal bir bağış olarak görünüyordu. Büyüyü bozmak için ben de adaya 13'ünde dönmeyi planladım ve öyle de yaptım."

Rakibi tanımak, onu markaja almak için 'mistik' güçleri de yanına alan Denktaş'ın kendi kaleminden anlattığı bu satırlara bakıp, bir de dönüp onun yıllarca oturduğu makamdan şu zamanlarda yapılan açıklamalara bakınca insanın şaşıracağı çok şey ortaya çıkıyor.

Tarihsel retorikten yoksun açıklamalar, sapla samanın iyice karşılaştırılması ve sürekli olarak başka bir ülkeden medet ummakla geçen günlerimiz eskiden böyle değildi. Çünkü o makamda oturan adam basit bir top toplayıcı değil, bilakis, oyun kurucuydu. Denktaş bu noktada Türkiye yetkilileri tahtında önünde ceket iliklenen belki de tek Kıbrıslı Türk olarak tarihe geçmiş olabilir, bilemem. Ama son derece pragmatik bir kafaya sahip olduğu ve bu bilinçle Türkiye'ye birtakım oldubittiler yaptırdığı noktasında oldukça eminim.

Haliyle Denktaş'ın kendi özgüveni ve inandığı bazı 'batıl inançlarıyla' birlikte arkasına aldığı güçler arasında Türkiye'nin ciddi siyasi desteği olduğunu belirtmem lazım.

1968'de Beyrut'ta başlayan Kıbrıs müzakereleri için ilk kez görüşmecilik görevine atanan Denktaş'ın o dönüş günlerini anlatarak başladığı kitabında, yolculuktan önce zamanın Türkiye Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'i de ziyaret ettiğinden bahseder.

Türkiye'nin o günlerde adaya asker göndermesinin 'imkansız' olduğunu bilen Denktaş'ın ifadelerine göre, Çağlayangil onu sabırla dinlemiş. Denktaş'a göre, halkın o zor günlerde en azından Türkiye müdahale edecek duruma gelene kadar 'dayanması' için birtakım çareler bulunması gerekiyordu. Kendisi de "benim görevim Türkiye'ye zaman kazandırmaktı" diye yazan Denktaş, yine de Türkiye'nin Kıbrıs politikası hakkında şu değerlendirmeyi yaptığını da görürüz:

"Anladığım kadarıyla Türkiye'nin öngördüğü bir hedef, bir Kıbrıs siyaseti, garantilerin devamından öteye geçmeyecek kırmızı çizgileri yoktu."

Gerçekten de 4 Mart 1964'te alınan 186. sayılı BM kararına baktığımızda, o zamanın Türkiye Başbakanı İsmet İnönü'nün, konu için görevlendirdiği Nihat Erim'e tasarının kabul edilip edilemeyeceği noktasında sorduğu ilk soru "tek taraflı müdahale hakkımız yerinde duruyor mu?" şeklindedir.

Cevabın "evet paşam" şeklinde gelmesi üzerine kabul gören o kararın başımıza sardığı işler sanırım malumunuzdur.

Dolayısıyla Denktaş, aynı görüşmede Çağlayangil'e "garantiler konusunda ne yapacağım?" şeklinde sorduğu soruya "O bizim meselemizdir, ona dokundurtmayız, sen o konuda rahat ol" diye cevap alacaktır.

Denktaş, Çağlayangil'in kendisine 'açık kart' verdiğini söyleyerek devamla durumu anlattığı satırlarında "Türkiye, bizim faydamıza olacak her uzlaşıyı kabul edecektir" demektedir.

Yıllar yılı 'garantiler kırmızı çizgimizdir' diyerek devam eden bu anlayış, Denktaş'ı diğer her türlü pazarlıkların içinde olmaktan hiç alıkoymamıştır.

Ancak Maraş ve diğer konularla ilgili birçok açılım yapan, hatta Gali Fikirler Demeti gibi bir planın yüzde 90'ına 'evet' diyen Denktaş, bu tarzı, iş en sonunda gelip de garantiler konusuna takıldığında hemen şahinleşmiş, ona da miras olarak 'Mr. No' lakabı kalmıştır.

Oysa Denktaş, aynı kitabın 30. sayfasında bilindik şahin durumunun tersine aynen şu satırları yazmıştır:

"Fiili duruma hakim olan Rum'un karşısında 1960 antlaşmaları ile halkımızın elde etmiş olduğu hak ve yetkilerden hangilerini nasıl koruyabileceğim de artık benim becerime kalmıştı. Bunun kararını zaten çoktan vermiştim: Makarios'un Anayasada yapmak istediği değişikliklerin çoğuna 'evet' diyebilirdim yeter ki karşılığında geriye kalan haklarımız coğrafi zemine oturtulmuş olsun. Kurucu ortaklık statümüz baki kalmak kaydıyla bölgesel otonomi çıkış yolu olabilirdi. Çağlayangil'e bunu anlatmıştım. Bana 'Başarırsan büyük bir iş başarmış olursun. Seni sonuna kadar destekleyeceğiz. Hayırlısı olsun' demişti."

Denktaş'ın çoğunu kabul etmeyi düşündüğü şeyin, yani bize okutulan resmi tarih kitaplarında "Makarios'un 13. maddesi" diye atıfta bulunan o teklifin bir nevi "kölelik teklifi" olduğu anlatılıp duruldu.

Bugün geniş olarak tartışılan ve adına 'desentralize federasyon' denilen, yani merkezde olabildiğince az yetki paylaşımı anlamına gelen modelin çıkış noktasında aslında tam da bu Anayasa kavgası yatmaktadır. Yani Rumların, Kıbrıslı Türkleri sadece devleti kilitlemekle suçlamakla kalmayıp, aynı zamanda 1960'ın Rumlar aleyhine 'siyasi eşitsizlik' getirdiğini düşünüp Anayasayı değiştirmeye teşvik eden durumun özeti. Nihayetinde 'siyasi eşitlik/eşitsizlik' kavgası...

Ve Denktaş, bahse konu Anayasa değişikliklerin 'çoğunu' 'coğrafi temelde' sağlanacak bölgesel otonomi karşılığında kabul edebileceğini açıkça söylemektedir. Kısacası Rumların siyasi eşitsizlik iddialarının bir temeli olduğunun itirafı da diyebiliriz. 

Bugün 'yeni ve yaratıcı formül' olarak ortaya atılan 'iki devletli çözüm' modelinin aslında Kıbrıs Türk tarafı için zaten kadim bir pozisyon olduğunu yine bu ifadelerden görebiliriz. İleride önce Otonom Yönetime, ardından KTFD'ye ve en sonunda da Denktaş'ın yine kendi ifadeleriyle "kurmak zorunda kalınılan" (S.13) KKTC'ye dönüşen bu modelin yeni olmaması yanında, 'yaratıcı' da olmadığını tarihsel süreç bize anlatmaktadır.

Öte yandan Denktaş, bahse konu kitabının 24. sayfasında, Makarios'un Anayasa değişikliğini neden istediğini kendi ifadeleriyle şöyle anlatmaktadır:

"Makarios '1960 antlaşması bana zorla imzalattırıldı' diyebilmek için elinden geleni yapmıştır… Rumlara haksızlık yapıldığını söylemiş, Anayasa'nın değiştirilmesi gerektiğini savunmuştu. Bu savunmayı yapabilmek için de 1960 antlaşmalarını imzaladıktan sonra halkın referandumuna sunmaktan kaçınmış ve 1965 seçimleri gelmeden saldırıya geçerek ortaklığı yerle bir etmiştir… Ortaklık cumhuriyetini 1965'te aynı Anayasa ile seçime götürmüş olsaydı 'antlaşmalar geçersizdir, zorla kabul ettirilmiştir' mazeretini artık kullanamayacaktı."

Denktaş'ın bu tespitlerinin ne kadar doğru olduğunu tartışmak olasıdır. En nihayetinde konuya kendi açısından bir retorik kurmakta, tüm suçu Rumlara atmakta, kendini ve bağlı olduğu felsefenin haklılığını ortaya koymaktadır.

Ama ben bu makalenin sonunda, girişte yazdığım müzakereci tanımına geri dönmek istiyorum.

Denktaş'ın müzakereci tanımı ve hedefleri çok nettir. Makale içinde anlattığım üzere, konunun Türkiye'nin garantileriyle ilgili kısmı 'dokunulmaz', geri kalan bölümleri müzakereye açıktır. "Beni adaya Türk askerini getiren kişi olarak hatırlayınız" diye gururlanan ve bu güvenle yıllarca müzakere eden Denktaş'ın büyük bir ustalıkla işlediği teorisi, özellikle 1974 müdahalesi sonrasında onun elini güçlendirmiş, zaten fiilen meydana çıkan 'iki bölgelilik' üzerinden yürümeye devam etmiş, 'otonom' meselesini sonunda 'devlete' çevirmiştir.

Denktaş'ın Türkiye'de meydana gelen 1980 darbesi sonrası ortaya çıkan demokrasi bunalımından mütevellit durumu Rum muhataplarının da 'Türk askeri çekilmeden anlaşma yok' tarzı yaklaşımından dolayı tam bir avantaja çevirmiş, "anlaşma için yıllarca Rumları bekleyemeyiz" diyerek işi devlet kurma noktasına götürmüştür. "KKTC'yi kurmak zorunda kaldık" ifadesinin bağlandığı mazeret tam da budur.

Ama bir yere kadar.

O noktada kurulan KKTC'nin uluslararası topluma kabulü noktasında Türkiye'nin o zamanlar içinde yaşadığı post-darbe ve siyasi belirsizliği ona hiç yardımcı olamamıştır.

Daha 3 yıl önce 70 sente muhtaç olan, uluslararası tefecilerden A4 kağıtlarına yazılan makbuzlarla borç alma noktasına kadar gerileyen Türkiye'nin böylesi bir oldubitti için ne siyasi ne de ekonomik gücü vardır. Dahası Türkiye'nin 'milli dava' olarak gördüğü Kıbrıs'ı 'tam bağımsız' bırakmaya pek de isteği yoktur.

Hal böyle olunca tanınma noktasına bile varamayan KKTC, kuruluşundan itibaren tanınması dahi yasaklanarak arafa düşürülmüş ve aradan geçen 37 yılın sonunda orada yaşamaya mecbur bırakılmıştır.

Yıllar sonra 2000'li yıllara gelindiğinde ise, Türkiye'nin değişen siyasi yapısı, AB üyeliği hedefiyle Kıbrıs sorununda takındığı çözüm tavrı Denktaş'ı siyasi hayatının sonunda gelip bulmuş ve o hiç istemediği bir şekilde Türkiye ile ters düşmüştür.

Annan Planı zamanlarında sürekli şekilde Türkiye'ye gidip Kıbrıs sorununu anlatan Denktaş'a "git propagandanı kendi ülkende yap" diyecek kadar gerileyen bu ilişki 2005 yılında makamından ayrılmak zorunda kalınca tamamen sona ermiş, post-Annan sonrası da hiç düzelmemiş, sürekli şekilde sıkıntılarla devam etmiştir.

Sonunda iş dönüp dolaşıp gene başlangıç noktasına gelmiş ve Türkiye ile Kıbrıs Türk tarafı onun tezlerine dönerek taksim politikasını savunmaya başlamıştır.

Ancak büyük bir farkla…

Onun zamanında bizzat kendisinin domine ettiği süreç yerine artık işin içinde Kıbrıslı Türkler yok denecek kadar silikleşmiştir.

Kıbrıs solunun ve federal cephenin Kıbrıs sorunu içinde 'kayıp özne' diye nitelediği bu durum aslında taksimci sağ cephe için de aynı derecede dramatiktir ve belirsizdir.

Nitekim 2020 yılında önce federal çözümü savunan cephenin ve ardından da iki devletli çözümde ısrar eden kesimlerin maruz kaldığı pervasız müdahaleler, varılan bu dramatik hale net bir örnek teşkil etmektedir…

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.