Slavoj Zizek Türkiye'yi yazdı: 'Cennette Sıkıntı'
<div>Slavoj Zizek, iki gün önce London Review of Books'da yayımlanan makalesinde Türkiye ve Yunanistan'daki protestoları ele aldı.</div>
Türkiye için "Protestocular serbest-pazar köktenciliğiyle ve köktendinciliğin birbirini dışlamadığını sezmekteler" diyen düşünür Zizek, Yunanistan ile aramızdaki tarihsel düşmanlığı bir yana bırakıp dayarnışma zeminleri aramamız gerektiğini savunuyor. 'Cennette Sıkıntı' başlıklı makale şöyle:
Marx ilk dönem yazılarında Alman sorununu anlatırken özgül sorunlara yegane yanıtın evrensel bir çözüm, küresel bir devrim olduğunu açıklar. Bu reformist ve devrimci bir dönem arasındaki farkın özlü bir ifadesidir. Reformist bir dönemde, küresel devrim bir hayaldir. Sadece şeyleri yerelde değiştirme çabalarına güç verir; devrimci bir dönemdeyse, hiçbir şeyin radikal küresel değişim olmadan iyileşmeyeceği açık hale gelir. Bu tümüyle biçimsel anlamda 1990 devrimci bir yıldır: Komünist devletlerin kısmi reformlarının yetersiz olduğu ve insanlar için yeterli besinin sağlanması gibi gibi günlük sorunları çözmek için toptan bir kırılmanın gerekli olduğu ortaya çıkar.
'BELKİ DE BİZİM CENNET KAVRAMIMIZDA
YANLIŞLIK VAR'
İki durum arasındaki farkla ilgili bugün
kendimizi nerede konumlandırıyoruz? Son yıllardaki sorunlar ve
protestolar yaklaşan küresel bir krizin işaretleri midir, yoksa
yerel müdahaleler yoluyla aşılabilecek küçük engeller mi?
Burada dikkat edilmesi gereken şey, sosyal patlamaların sadece ve
öncelikle sistemin en zayıf noktalarında yer alıyor olması
değil, başarı öyküleri olarak algılanan yerlerde de
gerçekleşmesidir. Yunanistan ya da İspanya'da neden
protestoların yapıldığını biliyoruz, ama Türkiye, İsveç ve
Brezilya gibi zengin ya da hızla gelişmekte olan ülkelerde sorun
nerede? 1979 İran devrimini "cennette sıkıntı"nın orijinal
örneği olarak görebilirsiniz. İran, Batı yanlısı modernleşmede
hızla yol alan bir ülke ve bölgede Batı'nın sadık müttefikiydi.
Belki de bizim cennet kavramımızda yanlışlık var.
Protesto
dalgasından önce Türkiye pek modaydı: Avrupa için ideolojik
batağa ve ekonomik öz-yıkıma saplanmış Yunanistan'a nazaran
canlı bir liberal ekonomi ile Avrupa'ya uygun makul İslamcılığı
birleştirmiş bir devlet modeliydi. Tabii ki, Kürtlerin
çözümlenmemiş statüsü; Osmanlı İmparatorluğu geleneğinin
diriltilmesi anlamına gelen genişleme çağrıları; zaman zaman
dini yasaların empoze edilmesi; gazetecilerin tutuklanması ve
Ermeni soykırımının inkarı gibi orada burada uğursuz işaretler
de vardı ancak bunlar büyük resmi bozmasına izin verilmeyen küçük
lekeler olarak göz ardı edilmekteydi.
Sonra Taksim
protestoları patlayıverdi. Konunun İstanbul'un orta yerinde
meydana bakan parkın bir alışveriş merkezine dönüşmesini
protesto etmekten ibaret olmadığının, çok daha derin bir
huzursuzluğun güçlendiğinin herkes farkında. Aynı olgu
Brezilya'da bu ay ortasında gerçekleşen protestolar için de
geçerliydi: Olayı, kamu ulaşımındaki küçük bir zam tetiklemiş
olabilir ama protestolar zamlı tarifeler geri çekildiği halde
devam etti. En azından medyaya göre ekonomik bir patlama yaşayan
ve geleceğinden gayet emin olan bir ülkeyi sarıverdi. Görünürde
de bundan sevinç duyduğunu açıklayan cumhurbaşkanı Dilma
Rousseff'in desteğini aldı.
'RESMİ KARMAŞIKLAŞTIRAN,
PROTESTOCULARIN ANTİ-KAPİTALİST GÜDÜMÜDÜR'
Türkiye
protestolarını sessiz bir Müslüman çoğunluk tarafından
desteklenen otoriter bir İslamcı rejime karşı seküler bir sivil
toplum hareketi olarak görmüyor olmamız çok önemlidir. Bu resmi
karmaşıklaştıran, protestocuların anti-kapitalist güdümüdür:
Protestocular serbest-pazar köktenciliğiyle ve köktendinciliğin
birbirini dışlamadığını sezmekteler. Kamusal mekanın İslamcı
bir hükümet tarafından özelleştirilmesi bu iki köktencilik
biçiminin el ele çalışabildiğini gösteriyor: Bu, demokrasi ile
kapitalizm arasındaki "ebedi" evliliğin boşanmaya doğru
gittiğine dair açık bir işaret.
Protestocuların
tanımlanabilir herhangi bir 'gerçek' hedef peşinde olmadıklarını
kabul etmek de önemlidir. Protestolar, 'gerçekten' küresel
kapitalizme karşı, 'gerçekten' köktendinciliğe karşı,
'gerçekten' sivil özgürlükler ve 'gerçekten' demokrasi için
değil. 'Gerçekten' sadece belirli bir konu uğruna değil.
Protestolara katılanların çoğunluğu, çeşitli özel talepleri
ayakta tutan ve birleştiren akışkan bir huzursuzluk ve
hoşnutsuzluğun farkındalar. Bu protestoları anlamaya çalışmak
sadece epistemolojik (bilgiye dair) değil, gazeteciler ve
teorisyenler durumun hakiki içeriğini açıklamaya gayret
ediyorlar; aynı zamanda da meselenin kendisi üzerine ontolojik
(varlığa dair) bir mücadele ki bu da protestoların kendinde yer
almakta. Bu yozlaşmış bir kent idaresine karşı bir mücadele
midir? Kamusal mekanın özelleştirilmesine karşı bir mücadele
midir? Otoriter İslamcılığa mı karşıdır? Bunlar cevabı
bilinmeyen sorular ve nasıl yanıtlanacağı siyasi sürecin
sonuçlarına bağlıdır.
2011'de Avrupa ve Orta
Doğu'da protestolar patlak verdiğinde, birçokları bunları tek
bir küresel hareketin parçası olarak görmemek gerektiği
konusunda ısrarcıydı. Her birinin kendine özgü bir duruma tepki
olduğu söyleniyordu. Mısır'da göstericiler diğer ülkelerde
Occupy hareketine katılanların karşı çıktığı şeyleri,
'özgürlük've 'demokrasi'yi istiyordu. Hatta Müslüman
ülkelerde bile çok önemli farklılıklar vardı: Mısır'daki
Arap Baharı yozlaşmış otoriter Batı yanlısı bir rejime
karşıydı, İran'da 2009'da başlayan Yeşil Hareket otoriter
İslamcılığa karşıydı. Protestoların bu şekilde ayrıntılarına
inmenin statüko savunucularının işine geldiğini görmek kolay:
Ortada küresel düzene karşı bir tehdit bulunmamakta, sadece
birbirinden ayrı bir dizi yerel problem yaşanmaktadır.
'PROTESTOLARIN HİÇBİRİ TEK BİR
KONUYA İNDİRGENEMEZ'
Küresel kapitalizm farklı ülkeleri
farklı şekillerde etkileyen karmaşık bir süreçtir. Tüm
çeşitliliklerine rağmen tüm protestoları birleştiren kapitalist
küreselleşmenin farklı yönlerine karşı tepkileridir. Günümüz
küresel kapitalizminin genel eğilimi, pazarı daha da genişletmek,
kamusal mekanı çevreleyip kapatmaya yeltenmek, sağlık, eğitim,
kültür gibi kamu hizmetlerinden kısmak ve giderek otoriterleşen
bir siyasal iktidar sürdürmektir. Yunanlıların uluslararası
finansal kapital ve temel sosyal hizmetleri sağlayamayan kendi bozuk
ve verimsiz devlet yönetimine karşı protestoları bu nedendendir.
Türkiyelilerin kamusal mekanın ticarileştirilmesini ve otoriter
dinciliği protesto ediyor olmaları da bu bağlamda anlaşılmalıdır;
Mısırlıların Batılı güçler tarafından desteklenen bir
rejimi; İranlıların çürümüşlüğü ve köktendinciliği
protesto etmeleri bundandır. Tüm bu protestoların hiçbiri tek bir
konuya indirgenemez. Tümü, en azından iki sorunun belirli bir
kombinasyonuyla uğraşıyor. Biri çürümüşlükten kapitalizmin
verimsizliğine kadar ekonomik, ötekisi ise demokrasi taleplerinden
konvansiyonel çok partili demokrasinin alaşağı edilmesine kadar
politiko-ideolojik. Aynı durum Occupy hareketi için de geçerlidir.
Hareketin, çok sesli ve çoklukla kafası karışık bildirilerinin
ardında iki temel özelliği vardı. Birincisi sadece kendine özgü
yerel yolsuzluklarla değil ile düzen olarak kapitalizm ile ilgili
hoşnutsuzluk, diğeri ise çok partili temsili demokrasinin
kurumsallaşmış biçimiyle kapitalist aşırılık ile mücadele
için donanımlı olmadığı ve yeniden icat edilmesi
gerektiğidir.
Protestoların altında yatan nedenin
küresel kapitalizm oluşu, tek cevabın bunu devirmekten geçtiği
anlamına gelmiyor. Kişisel sorunlarla uğraşmak ve radikal bir
dönüşümü beklemek anlamına gelen pragmatik bir alternatifin
peşinden gitmek de pek geçerli olmaz. Bu seçenekler küresel
kapitalizmin muhakkak tutarsız olması gerektiği gerçeğini göz
ardı ediyor: Piyasa serbestliği Amerika'nın kendi çiftçilerine
verdiği destekle, demokrasi hakkında vaaz ermek Suudi Arabistan'a
destek vermekle bir arada duruyor. Bu tutarsızlık siyasi bir
müdahale alanı açmakta: küresel kapitalist düzen kendi
kurallarını çiğnemeye zorlandığı noktada, kurallara sadık
kalmasını ısrar etme fırsatı doğuyor. Düzenin tutarlı olmaya
gücü yetmediği, stratejik olarak seçilmiş durumlarda tutarlılık
talep etmek, bütün düzene baskı oluşturmak anlamına
gelir. Politika sanatı da, gerçekçi olup baskın
ideolojiyi hedef almaktan ve kökten değişime işaret etmekten
geçer. Bu talepler, yapılabilir ve meşru olsa da fiilen mümkün
değildir. Obama'nın sağlık reformu önerisi de benzer bir vaka
olduğu için, verilen tepkiler çok sert olmuştu.
'SORUN, ÇOK DAHA FAZLASININ NASIL
TARİF EDİLECEĞİDİR'
Siyasi bir hareket bir fikirle,
uğrunda çaba harcanacak bir şeyle başlar, ama zaman içinde ön
fikir derin bir dönüşüme uğrar. Bu sadece taktiksel uyarlama
değil temel bir yeniden tanımlanmadır çünkü fikrin kendisi
sürecin parçası haline gelerek süreç tarafından belirlenir. Bir
başkaldırı bir yasanın iptali için talebiyle, bir adalet
çağrısıyla başlayabilir. İnsanlar konuyla daha derinden meşgul
olmaya başladıklarında hakiki adalet için ilk taleplerinden çok
daha fazlasının gerekli olacağının farkına varırlar. Sorun tam
da, 'çok daha fazlasının' nasıl tarif edilebileceğidir.
Liberal-pragmatik bakış sorunların birer birer, yavaş yavaş bir
çözülebileceğini ifade eder: 'İnsanlar Ruanda'da ölürken,
anti-emperyalist mücadeleyi bir kenara bırakın ve katliamı
engelleyin'; veya 'küresel kapitalist düzenin 'çöküşünü
beklemek yerine hemen burada ve şimdi, yoksulluk ve ırkçılık
mücadele etmek zorundayız'. Tanrının Ölümünden Sonra'da
John Caputo (2007) bunu savunur.
Amerika'daki sol
görüşlü siyasetçiler genel sağlık sigortasını temin ederek
mevcut düzeni ıslah etseler, Vergi İdaresi yasasını yeniden
gözden geçirip adil gelir dağılımını etkin bir şekilde
sağlasalar, seçim kampanyalarına finansal düzenlemeler
getirseler, tüm seçmenlere politik haklarını tanıtsalar, göçmen
işçilere insanca davransalar ve Amerikan'nın nüfuzunu
uluslararası topluluklarla bütünleştirerek çok taraflı bir dış
politika yürütselerdi, vs., yani kapitalizme ciddi ve geniş
kapsamlı şekilde müdahale edebilselerdi çok memnun olurdum. Bütün
bunları yaptıktan sonra, Badiou and Zizek hala Kapitalizm denen
Canavar'ın bizi taciz ettiği hakkında şikayet ederse, ben o
Canavar'ın yüzüne esnerdim.
Buradaki sorun
Caputo'nun vardığı sonuç değil: tüm bu konuları kapitalizmin
içinde çözebilsek neden kapitalizme kalmayalım ki? Sorun, mevcut
haliyle küresel kapitalizmin içinde tüm bunları elde etmenin
mümkün olduğu öncülü. Ya kapitalizmin Caputo tarafından
listelenen aksaklıkları koşullara bağlı tedirginlikler değil de
yapısal ihtiyaçlar ise? Ya Caputo'nun rüyası evrensel
kapitalist düzenin, 'bastırılmış hakikat'ın kendini
belirginleştirdiği kritik anlardan ari, belirtiler göstermeyen bir
rüya ise?
Günümüz protestoları ve isyanları,
birbiriyle örtüşen istekler tarafından sürdürülebilemektedir
ve bu, güçlerinin nereden geldiğini gösterir: otoriter rejimlere
karşı ('normal', parlamenter) demokrasi için savaşırlar;
özellikle de mülteci ve göçmenlere karşı ırkçılık ve cinsel
ayrımcılık; siyasette ve iş dünyasında (çevrenin endüstri
tarafından kirletilmesi vs.); neoliberalizme karşı sosyal devlet;
ve çoklu parti ritüellerinin ötesine geçen demokrasi biçimleri
mücadale ettikleri alanlar arasındadır. Aynı zamanda küresel
kapitalist düzeni olduğu gibi sorgular ve kapitalizmin ötesinde
bir topluluk fikrini yaşatmayı denerler. Burada iki tane tuzaktan
kaçınmak gerekir: Sahte radikalizm ('önemli olan
liberal-parlamenter kapitalizmin kaldırılmasıdır, bütün diğer
kavgalar ikincildir') ve sahte yavaş değişim ('şu anda asker
diktatörlüğüne karşı, temel demokrasi için savaşmalıyız,
bütün sosyalizm rüyaları şimdilik bir kenara konmalı').
Burada, birincil ve ikincil antagonizmalar arasındaki sonunda en
değerli olanla onlara şimdilik egemen olanı ayıran Maoist
farklılığı hatırlamakta bir sakınca yok. Ana antagonizmada
ısrar etmenin mücadeledeki önemli bir darbe fırsatını kaçırmak
demek olduğu durumlar olabilir.
'SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT DA
DEMOKRATİKLEŞMEK ZORUNDADIR'
Sadece aşırı belirlenmenin
(overdetermination) karmaşıklığını adamakıllı dikkate alan
bir siyasete strateji denebilir. Özgül bir mücadeleye dahil
olduğumuz vakit kilit soru şudur: buna dahil olmamız ya da bundan
geri çekilmemiz diğer mücadeleleri nasıl etkileyecek? Genel kural
olarak, yarı demokratik, baskıcı bir rejime karşı isyan
başladığında -2011'de Orta Doğu'da olduğu gibi- geniş
kitleleri demokrasi için, yozlaşmaya karşı,vb. sloganlarla
harekete geçirmek mümkündür. Bu başkaldırı başta koyduğu
hedefine ulaştığında, bizi gerçekten rahatsız eden şeyin
(yitirilen özgürlüklerimiz, küçük düşürülmemiz, yozlaşma,
zayıflayan gelecek beklentileri) yeni bir biçimde devam ettiğini
fark ederiz; böylelikle hedefteki eksikliği kabul etmek zorunda
kalırız. Bu, demokrasinin kendisinin özgürlüğe karşı bir yapı
olduğunu veya sadece politik demokrasiden daha fazlasını talep
etmemiz gerektiği anlamına gelebilir: sosyal ve ekonomik hayat da
demokratikleşmek zorundadır. Kısacası, başlarda demokratik
özgürlük diye tanımlanan yüce ilkenin uygulanmasında olduğunu
farz ettiğimiz sorun, aslında bu ilkenin özündeki
başarısızlıktır. Uğruna savaştığımız ilkenin özündeki
başarısızlığı fark etmemiz ise siyasi eğitim için önemli bir
adıma işaret ediyor.
Egemen ideolojinin temsilcileri
bu radikal sonuca varmamamız için bütün cephanelerini
kullanırlar. Demokratik özgürlüğün bize farklı sorumluluklar
getirdiğini, bir bedeli olduğunu, ve demokrasiden yüksek
beklentilerin toyluk olduğunu söylerler. Özgür bir toplumda,
söylediklerine göre, kapitalist bir şekilde davranarak kendi
hayatımıza yatırım yapmalıyız: eğer gerekli fedakarlıkları
yapmazsak ya da herhangi bir şekilde bir eksikliğimiz olursa,
kendimiz dışında kimseyi suçlayamayız. Siyasi olarak daha direk
bir şekilde ifade etmek gerekirse, ABD'nin popüler isyanları
yeniden kanalize ederek kabul edilebilir parlamenter-kapitalist
biçimlere dönüştürerek dışişleri politikasında istikrarlı
bir şekilde hasar kontrolü stratejisini uygulamaktadır: Güney
Afrika'da apartheidden sonra, Marcos devrildikten sonra
Filipinler'de, Suharto'dan sonra Endonezya'da vb. Burası tam
anlamıyla politikanın başladığı yerdir: asıl soru, değişimin
ilk, heyecan verici dalgası bittiğinde nasıl itilebileceği,
'totaliter' cazibeye kapılmadan bir sonraki adımın nasıl
atılabileceği, Mandela'nın ötesine geçip Mugabe olmadan nasıl
hareket edilebileceğidir.
Bu somut bir durumda ne
anlama gelir? İki komşu ülkeyi, Yunanistan ve Türkiye
karşılaştıralım. İlk bakışta, tamamen farklı görünmekteler:
Yunanistan çok yıpratıcı bir kemer sıkma yıkıcı siyaset
içinde sıkışmış haldeyken Türkiye yeni bir bölgesel süper
güç olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak ya her Türkiye her kendi
Yunanistan'ı üretir ve içerirse, yani kendi sefalet adalarını
içerirse? Brecht'in Hollywood'un Ağıtlarında yazdığı
gibi,
Hollywood'un köyü buradaki insanların cennet
anlayışına göre planlandı. Buralardakiler Tanrının
bir cennet ve bir cehennem isterken, iki mekan tesis
etmelerine lüzum olmadığına ve sadece bir tanesinin
yettiğine karar kıldılar, o da cennetti,
müreffeh ve
başarılı olmayanlar için cehennem olan.
Brecht'in
şiiri günümüzün "küresel köyü"nü iyi ifade ediyor. Katar
ya da Dubai'nin zenginlerin oyun alanı olması göçmen işçilerin
neredeyse kölelik koşullarında çalışmalarından geçer.
Yunanistan ve Türkiye'ye daha yakından bakarsak, özelleştirme,
kamusal mekanın çevrilmesi, soysal hizmetlerin kısılması ve
otoriter siyasetin yükselmesi benzeşir. Yunan ve Türkiye'li
protestocular temel bir noktada aynı mücadele içindedirler. Doğru
istikamet bu iki mücadeleyi koordine etmek, 'vatansever' hislerle
ayartılmayı baştan reddetmek ve her iki ülkenin tarihsel
düşmanlığını geride bırakarak dayanışma zeminleri
aramalarıdır. Protestoların geleceği buna bağlı olabilir.
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.