AB-Türkiye-Kıbrıs ve ‘kazan-kazan’ hayali…

Yayın Tarihi: 16/03/23 07:00
okuma süresi: 9 dak.

Türkiye ile AB, 24 Şubat 1995’te çok önemli bir anlaşma imza ederler. Siyasi olarak çok zor günlerden geçen dönemin Başbakanı Tansu Çiller için müthiş bir açılım, bir nefes borusu olan anlaşmaya göre Türkiye, AB ile Gümrük Birliği’ne girecek, gümrükler sıfırlanacaktır. Bu 1959’dan beri AB kapısında bekleyen Türkiye için çok hayati bir adımdır.

Ancak anlaşmanın bir başka tarafı daha vardır. Buna göre 1981’den beri AB üyesi olan Yunanistan, Türkiye’nin bu anlaşmasını veto etmeyecek, karşılığında ise Kıbrıs Cumhuriyeti’ne tam üyelik müzakerelerine başlama hakkını verilecektir.

Ertesi gün Türkiye gazeteleri “Merhaba Avrupa” başlığıyla çıkar ve basının karşısına geçen Çiller gazetecilerin sorularını yanıtlar. Bir ara “AB, adada çözüm olmadan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tam üyeliğe kabul ederse, Türkiye ne yapacak?” diye soran bir gazeteciye ise “Eğer öyle bir şey olursa bizim tepkimiz de KKTC’yi ilhak etmek olur” der. Aslında gazetecinin parmak basmak istediği nokta, 1960 garanti antlaşmalarında yer alan “Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadıkları hiçbir uluslararası organizasyona Kıbrıs Cumhuriyeti tek başına giremez” şeklindeki maddedir. Elbette bu madde Türkiye’nin ulvi çıkarları için görmezden gelinir, konu pek fazla irdelenmez. İşin sonunda gümrük birliği ve ticaret vardır.

Aradan yıllar geçer, Türkiye’de hem hükümet hem de konjonktür değişir. Önce rejim partilerinin dışında bir siyaset anlayışına sahip AKP’nin 3 Kasım 2002’de seçimleri kazanır ardından da sadece 8 gün sonra 11 Kasım 2002 tarihinde Annan Planı taraflara sunulur. Kıbrıs müzakere tarihinin en kapsamlı çözüm planının süreci o gün başlar.

Toplam 2 yıl, bir sürü kavga, tartışma ve 5 değişik versiyon sonunda taraflar 31 Mart 2004 tarihi itibarıyla anlaşırlar. Bürgenstock’ta atılan imzalarla birlikte 24 Nisan 2004 tarihinde referanduma gidecek olan planın kabulü sonrası, ada 1 Mayıs itibarıyla AB üyesi olacaktır.

Öte yandan tüm bu süreç öncesi ve sırasında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üyelik müzakereleri devam etmiş, planla birlikte de son haline gelmiştir.

Ancak hepimizin malumu olan olay gerçekleşir ve Rumlar plana hayır der, çözüm kıl payı kaçırılır.

Bundan sadece 1 hafta sonra ise Kıbrıs Cumhuriyeti, büyük törenler eşliğinde AB’ye kabul edilir. Kıbrıs Türk tarafı bir kez daha mağdur edilmiştir.

Referandumun hemen ertesi günü Kıbrıs Türk federal çözüm çevrelerinden “Biz planı kabul ettik, Kıbrıs Türk Devleti’ni ilan edelim, planı tek taraflı uygulamaya koyalım” teklifi gelir. Cumhurbaşkanı hala daha Rauf Denktaş, Başbakan ise Mehmet Ali Talat’tır. Bu girişim sonrası dramatik bir şey yaşanır ve AB belki de bu teklifin gazını alsın diye bugün hamaset çevrelerinin en çok kullandığı argümanlar olan “sözler” verir. Buna göre AB, planı kabul eden Kıbrıslı Türkleri ‘mağdur’ etmeyecektir. Ama işler hiç de öyle gelişmez ve BM Güvenlik Konseyinde yaşanan Rusya vetosu sonrası hayaller suya düşer.

Referandum planının ardından ciddi anlamda ortaya çıkan o yeni durum ve fırsat işte önce AB’nin verdiği bu ‘sahte’ sözler, ardından da Türkiye’nin AB’den müzakere tarihi alma planı için değerlendirilmez.

İşte Nisan 2004-Aralık 2004 tarihleri arasında yer alan o sessiz (ve girişimsiz) süreç, Kıbrıslı Türklerin kaderini sonsuza kadar değiştirecek ve bugünlere gelmemizi sağlayacak cinstedir.

KTD girişiminin duvara toslaması sonucu Annan planının rüzgarını da arkasına alarak geniş kitlelerin desteğini alan CTP’nin başını çektiği federasyon güçleri, Kıbrıslı Türkler için girişim zorlamak yerine, planı reddeden Rumlara karşı “küskünlük” siyasetine döner ve ertesi yıl yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlenir.

Aralık 2004’te Brüksel’de toplanan AB zirvesi ise Türkiye’nin 5 Ekim 2005 tarihinden itibaren tam üyelik müzakerelerine başlamasını kabul eder. Türkiye, bunun yanı sıra uygulamasını hayata geçirmese de Ankara Antlaşmasını imza eder ve o zamanın meşhur jargonunda denildiği gibi Kıbrıs Cumhuriyeti’ni “light” olarak dolaylı yoldan tanır. Artık yeni bir dönem başlamıştır.

Sonrasında yaşananları tekrar tekrar yazmama gerek olduğunu düşünmüyorum. Ama bütün bunları özetle neden yazdığımı açıklayabilirim.

Öyle ki, yakın geçmişte yaşadığımız üzere Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yeni başkanı Nikos Hristodulidis olmuştur. Hristodulidis, seçim döneminde verdiği sözlere yönelik göreve geldiği andan itibaren Kıbrıs sorununun çözümü için AB’nin aktif rol alması üzerine yeni bir siyaset geliştirmiştir.

Gelecek hafta yapılacak AB zirvesi öncesi daha da yoğunlaşan bu girişim, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Hristodulidis’i zirve sonrası Paris’e davet etmesiyle de yeni bir boyut kazanmış durumdadır. Bu bağlamda gelecek haftaki zirveden çıkacak mesajlar Kıbrıs sorununun yeni yol haritasını belirleyecek cinsten olabilir.

Peki Kıbrıs Türk tarafı bu girişim karşısında ne yapmaktadır?

Gördüğüm kadarıyla “EU get lost” şeklinde açılan hashtag ve içinde yukarıda anlattığım süreçleri tam anlamıyla manipüle edecek şekilde sürdürülen hamaset kampanyasından başka hiçbir şey yaptığı yoktur.

Sosyal medya üzerinden sürdürülen bu kampanyalarda, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye kabul süreci tamamen gerçek dışı bir anlatımla ‘yasa dışı’ olarak lanse edilmekte, AB’nin bir Hirsityan kulübü olarak, Ortdoks Rumları koruyup kolladığı ifade edilmektedir. Halbuki yaşanan süreçlerin hepsinde Türkiye’nin rızası vardır. Bu rıza ulvi çıkarları yönünde verilmiştir. Kimse kimsenin kara kaşı ve gözü için bu işlere girişmemiştir.

Adanın kuzeyinde 120 bin AB vatandaşı olduğu gerçeğini tamamen göz ardı eden bu yaklaşım aslında kısır siyasetin bir başka göstergesidir.

Ama benim en heyecanla beklediğim şey, Türkiye’nin yine ulvi çıkarları tahtında AB yönüne dönecek siyasetinin yaratacağı depremdir. Bu konuda bir takım gelişmeler yaşandığı siyasi kulislerde konuşulmaktadır. Türkiye’nin 14 Mayıs seçimi öncesi veya sonrasında bu yönde bir takım yakınlaşma adımları atma ihtimali sıfır değildir. Dolayısıyla bugün “get lost” çeken bu cephenin, o gün geldiğinde “hello” tarzına dönmesi beni hiç şaşırtacak da değildir.

Bu noktada, Türkiye-AB ilişkilerinin önemi ve kritikliği ne kuzeydeki ne de güneydeki statükocular tarafından hiç anlaşılamamıştır. Hristodulidis’in çok akılcı bir siyasetle “ben suçlama oyununa girmeyeceğim” demesi, AB’nin sürece müdahil olmasını istemesi ve topu Türkiye ile AB’nin arasında atması bundandır.

Hristodulidis’ten önceki Rum lider Anastasiadis’in ikide bir AB’den Türkiye’ye özellikle de Kıbrıs MEB’inde yaşananlardan dolayı yaptırım istemesi ama bunu başaramaması ortadadır. Türkiye’yi sürekli şekilde suçlayıp, yaptırım arayan Anastasiadis, gittiği her zirveden eli boş dönmüş, yaptırım olarak ise ada çevresinde sismik faaliyet yapan Türk gemilerinin kaptanlarının banka hesaplarının dondurulmasından öteye gidememiştir.

Çünkü AB’nin en büyük ticaret partneri Türkiye’dir ve kuşku yok ki bu Kıbrıs Cumhuriyeti için kolayca feda edilecek bir husus değildir.

Hristodulidis bunu anlamış görünmekte ve siyaset değişikliği değilse bile yöntem değişikliğine gitmektedir. Öte yandan AB için Kıbrıs adasında sürmekte olan statüko ‘sürdürülebilir’ değildir.

Hepsini bir araya toplayacak olursak, Türkiye-AB ilişkileri önümüzdeki dönemde yeni bir ivme kazanabilir. Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte ortaya çıkan ve Doğu Akdeniz’deki doğal zenginliğin paylaşılması üzerinden şekillenen yeni durumun en büyük amacı AB’yi Rus gazına mahkum olma durumdan çıkartmaktır. Bu denklemin çözülmesi için en önemli şart ise şüphesiz Kıbrıs’ın siyasi anlamda bir çözüme kavuşturulmasıdır.

Mesele bu çözümün nasıl olacağı meselesidir.

Türkiye’nin 2021 Cenevre zirvesinden itibaren sürdürdüğü iki devletli çözüm siyaseti bir karşılık bulmamıştır.

Bu durumda geriye federal çözümden başka bir şey kalmamıştır.

Aklın yolu birdir ve yapılması gereken şey, ilgili tüm tarafların “kazan-kazan” noktasına geleceği, herkesin faydasına bir çözüm bulunmasıdır. Aynen Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim 2018’de yaptığı açıklamada olduğu gibi…

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.