İsviçreli bürokrat, AB ve Kıbrıs

Yayın Tarihi: 03/05/23 07:00
okuma süresi: 9 dak.
A- A A+

Geçtiğimiz hafta görev nedeniyle bir üst düzey İsviçreli bürokratla AB’deki son gelişmeleri değerlendirmek üzere buluştuk. Bu esnada aramızda güzel bir muhabbet gelişti. Konu konuyu açtı ve söz sonunda Kıbrıs’a geldi. Kendisinin bu husustaki fikirlerini merak ettim ve o nedenle birkaç soru yönelttim. Sağ olsun o da çok samimi açıklamalarda bulundu ve söylediklerini köşeme taşımak istediğimi ifade ettiğimde bu talebime karşı çıkmadı. Sorularım doğal olarak AB-Kıbrıs ilişkisi üzerineydi ve kendisinin de bu konularda şahsımızla hemen hemen aynı tutum içinde olduğunu öğrendim. O nedenle niyetim bugünkü köşemde sohbetin özetini geçerek, önceki makalelerde yazdıklarımı tekrarlayarak sizleri yormak değil; bilakis birilerinin işitmesini istediğim ve onların kulağına belki de ilginç gelebilecek bazı detaylara değinmektir.

Bunlardan ilki bu beyefendinin ‘Aklı olanın bu aralar AB’den uzak durması gerektiği’ tezidir. Zira AB ülkeleri yüksek enflasyon, yaşlanan nüfus, enerji krizi, bürokratik oligarşi, yolsuzluk, adil olmayan ve genel itibariyle düşük gelir dağılımı, yetersiz nitelikli insan kaynağı gibi birçok sorunla karşı karşıyayken; daima ideolojik saptamaların peşinde koşarak kendi vatandaşlarına yardımlar sağlayacağına, onların gündelik hayatlarını alınan kararlarla (nükleer enerjiden vazgeçilmesi gibi) daha da olumsuz etkilemekte ve onları gün geçtikçe daha da umutsuzluğa sevk etmektedir. Bundan herkes, bilhassa da üniversite mezunları nasibini alıyor. O nedenle hemen her sene birçok insan (genellikle) AB ülkelerini terk ederek ya İsviçre’ye ya Atlantik’in diğer ucuna ya Birleşik Arap Emirlikleri’ne ya da Okyanusya’ya yerleşiyor. Esasen insanlar AB içindeki gelişmelerden rahatsız olsa da siyasette kartların yeniden dağıtılması ve paradigma değişiminin görülmesi epeyi vakit alacaktır. Nitekim yine aynı sebeple AB ülkelerinde aşırı sağın da yükselişte olduğunu ifade edebiliriz. Bu yükselişin orada yaşayan soydaşlarımızın hayatını hangi derecede etkilediğini öğrenmek için yerli ve yabancı gazetelere bakmak veya oradaki tanıdıklarla iletişime geçmek yeterli olacaktır. Bu bağlamda İsviçreli bürokrat AB’nin tam da bu ideolojik tavırlarının, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün ve Kıbrıs Türk’ünün egemenliğinin Brüksel tarafından tanınmamasının ana kaynağı olduğuna dikkat çekti; bizler de zaten son makalemizde bu noktalara değinmiştik. Bunun ne anlama geldiğini ve ülkemizde birilerinin yalan üzerine kurulu siyasetinin hangi safhada olduğunu siz sevgili okurlarım ve halkım düşünsün. 

İsviçreli bürokratın ‘Sizi kabul etmeyenin veya tanımayanın esamesini siz de okumayın’ çıkışı sohbetimizin en önemli anlarındandı. Çünkü sözü geçen bürokrat ülkelerin öz benliğine sahip çıkması gerektiğine inanıyor. Vatandaşı olduğu ve her yönüyle başarılı bir ülke olan İsviçre’nin de yaptığı esasen budur. Diğer başarılar bu mihenk taşının üzerine kuruludur. Bunu ülkemize uyarlayacak olursak KKTC’nin kendi kimliğini koruyarak, yola egemen bir devlet olarak devam etmesi en doğru seçim olacaktır. Ayrıca unutmayalım ki egemen devlet yolunu biz değil önce Rumlar sonra da AB’nin kendisi bizlere seçti, bu da Annan Planı’nın reddedilmesi gibi bunların bize yaptıkları belki de en büyük iyiliktir. Şunu da söylemek gerekir ki dünyanın sarkacı tekrar batıdan doğuya kaymaktadır, bunu İsviçreli bürokrat da aynı şekilde ifade etti. Öyleyse doğunun en batısında yer alan bir ada devleti ve böylece jeopolitik anlamda bölgenin en emniyetli yerlerden birisi olarak KKTC’nin yapabileceği en doğru şey, kurulan bu yeni düzenin içinde yerini güçlü bir şekilde almak ve belki de doğunun İsviçre’si olmaktır. Nitekim bu ülkeyle birçok benzer yanımız mevcuttur, bunu bu İsviçreli beyefendiyle de saptadık. Bunları da belki bir başka yazıda ele alabiliriz.

Ancak bugünkü yazımda önemli bir hususa özellikle dikkat çekmek istiyorum. Hazır Türkiye’de seçim arifesinde direkt demokratik elementlerin bir vaat olarak 14 Mayıs’tan sonra hayata geçirilmesi konuşuluyorken ve bu konuda İsviçre de binefsihî bir rol modelken, bunun seçimden seçime halkın varlığını hatırlayan siyasetçilerin ülkesi olan KKTC’de de gerçekleştirilmesi, bunun için de bu demokratik hakkın halkımız ve sendikalarımız tarafından güçlü şekilde talep edilmesi elzemdir. Öyle ki direkt demokratik elementlerin hayata geçirilmesiyle, yeterli (genellikle 100 bin) imza sayısına ulaşıldığında halk ya bir teşebbüs kapsamında kendi kanun teklifini verebilir ve bu kanunu (gerektiğinde parlamentoyla birlikte) yine kendisi oylayabilir ve/veya bazı parlamento kanunları referanduma tabi tutularak milli iradenin esasen tecelli edilmesinin önü açılabilir. Böylece ülkemizde seçimden seçime halkı hatırlama geleneği de bertaraf edilmiş olur. Bunu KKTC’yi zamanında ziyaret eden ve eksikliği gören İsviçreli bürokrat da bizlere tavsiye etti. Tabii şunu da ifade edelim ki böyle bir prosedürün devlete ek bir maddi yük getirebileceği endişesi yerinde, fakat büyük çerçevede asılsızdır. Zira oylanacak kanunların bir havuzu oluşturulabilir, teklifler daha farklı bedellere bağlanabilir ve bu oylamalar her sene belli tarihlerde yapılabilir (ki buna rağmen şu anki siyasetteki kanun verme temposunu herhalde aşarız, zaten bunun yanında parlamento kendi faaliyetlerine aynı şekilde devam edecektir). Ayrıca artık dünyada oylamaların elektronik ortama taşınıldığını görüyoruz. Bunun ülkemizde hayata geçirilmesi afaki değildir. Zira kâğıt yerine yurtdışından temin edilecek elektronik sandıkların (belli noktalarda) kurulması ile hem ek maliyet ortadan kaldırılmış hem de e-sandık tamamen Yüksek Seçim Kurulu’nun himayesinde olacağı için olası manipülasyonların önü kesilmiş olacaktır. Birileri sürekli oturduğu yerden ‘Medeni ve Batılı olmak istiyoruz’ diyor ya asıl medeni böyle olunur. Hadi bakalım bu teklifimize kendi konfor sahalarını daraltacağı ve o nedenle işlerine gelmeyeceği için karşı çıkacaklar mı göreceğiz. Fakat samimi olan herkesin bu fikirleri en azından tartışacağına inanıyorum. Bu tartışmalar da halk teşebbüsünün herhalde ilk adımı olacaktır.

Sözlerime son vermeden şunun altını çizmek isterim ki KKTC de uzun vadede İsviçre gibi AB’ye üye olmadan üst liglerde yerini alabilir ve bölgenin parlayan yıldızı olabilir. Ülkemiz konumu ve deniz altındaki doğal zenginlikleri nedeniyle özellikle son yıllarda dünyada yaşanan gelişmelerin ışığında AB için, biz bunu her ne kadar böyle algılamasak ve gereksiz siyasi tartışmaların arasında kaybolup gitsek de, kilit bir öneme sahiptir. Bunu Brüksel’de söz sahibi herkes çok iyi bilmektedir. O halde bizim buradaki rolümüzün bir an önce farkına vararak, talepleri yerine getiren değil talep eden bir ülke konumuna yükselmemiz gerekiyor. KKTC’nin konumu gereği hem batının hem de doğunun avantajlarından faydalanması ve küçük hesapları kapayarak kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi artık kaçınılmaz bir zarurettir. Bu çıkarlara da AB’ye, en azından bizlerden talep edilen şekilde, üye olmak asla dâhil değildir. Bu bağlamda bizlere inanmayanlar, belki çok beğendikleri ve AB’ye aynı sebeple üye olmayan İsviçre’nin en üst yöneticilerinin sözlerine itibar ederler.

*****

Görüşünüz ancak yüreğinize baktığınızda berraklaşır… Dışa bakan düş görür. İçe bakan uyanır.

Carl Gustav Jung


Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Kıbrıs Postası’nın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Diğer Kaan Cenk ADASOY yazıları