Cenevre'de neler oldu?

Yayın Tarihi: 02/05/21 14:21
okuma süresi: 11 dak.

Düşünün, uluslararası bir konferansı takip etmişsiniz, konunun muhatapları basın toplantısı düzenliyorlar, zirvedeki olanları anlatıyorlar, çok kritik şeyler söylüyorlar.

Mesela Kıbrıslı Türklerin temsilcisi kişi yerine, yanında oturan başka bir ülkenin dışişleri bakanı aniden "Maraş'a karşılık, Ercan ve Mağusa'a limanı" teklifi yapıldığını söyleyerek bunu nasıl reddettiklerini anlatıyor.

Kıbrıs müzakere tarihinin en önemli muhteviyatından olan Güven Yaratıcı Önlemlerin en kritik al-veri olan konunun bir çırpıda nasıl reddedildiğini duyan gazeteci olan bendeniz de kalkıp, konunun esas muhtabı olan kişiye "neden reddettiniz?" diye soruyor.

Egemen eşitlik diye yeri göğü inleten ancak egemen eşitliğini yanında oturan yetkilinin ülkesine bile anlatamayan Kıbrıslı Türklerin temsilcisi sinirleniyor ve sanki de konuyu gündeme gazeteci getirmiş gibi "demek ki bazı şeyler dışarı sızdırılıyor" diyor, had bildirmeye kalkıyor.

Konunun bu noktasında Kıbrıslı Türk temsilcinin bu ifadelerine bakacak olursak, ya o sırada tam yanında oturan kişinin 30 saniye önceki ifadelerini duymuyor veya anlamıyor, ya da bir başka ihtimalle, bu konunun toplantı masasına geldiğinden bile haberi yoktur diyebiliriz. Bir başka ihtimali ise sorunun muhatabının, soruyu soran gazeteciden hoşlanmaması olarak düşünebiliriz ama zat-ı alileri haftalar önce TV ekranlarından "o gazeteciye de seviyorum" dediği için buna pek fazla kredi vermiyorum.

Gerçi kendileri zirve sonrası Yenidüzen'e verdiği mülakatta "Maraş konusu bir cümle içinde geçti" filan gibi şeyler söylüyor ama aslına bakarsanız, beyefendinin mantık dışı konuşmalarına göreve atanmasının üzerinden yıllar geçmemesine rağmen iyice alışmış bulunuyoruz.

Ancak aynı basın toplantısında, Maraş konusuyla ilgili sorumdan önce ilk sorduğum sorunun da önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir gece önce, Başbakan ile canlı yayın sırasındayken, Kıbrıs Türk tarafının eline tutuşturulup verdirilen 6 maddelik belgenin birinci maddesi, açıkça KKTC'nin tanınmasını yasaklayan kararların kaldırılmasını, yani tanınma yolunun açılmasını isterken, konu neden böyle ifade edilmek yerine "uluslararası eşit statü isteme" içine gizlenmektedir?

Bu noktada, yukarıda ifade ettiğim "eline tutuşturma" işine de açıklık getireyim.

Şimdi bendeniz bu belgenin kokusunu alıp, gazetecilik yapıp, parçaları birleştirip, kaç madde olduğunu, neyi amaç ettiğini yazdığımda, Kıbrıslı Türk tarafının temsilcileri habere kahkahalarla gülüp, asparagas diye beni ve Canan Onurer'i tiye almaya çalıştırlar.

Hatta yanıma gelip "kaynağınız Rumlar mı?" diye hadsizlik edenler bile oldu. Malumunuz, bu arkadaşlarımızın ekserisi Kıbrıs sorunu tarihini rahmetli Vehbi Zeki Serter hocamızın yıllarca beyin yıkamak için Kıbrıslı Türk gençlere okutulan kitaplarından bilmektedirler. Haliyle ben ve benim gibileri 'Rumcu' diye nitelediklerinden, benim kaynağımın da para alıp hizmet ettiğim Rumlar olduğunu sanmaktadırlar.

Uzatmayayım, ertesi gün belgenin varlığı ortaya çıkıp bana ve Canan'a "kusura bakmayın, bize yanlış aktarıldı" denildikten sonra ısrarla belgenin "Kıbrıslı Türkler tarafından Türkiye ile istişare edilerek hazırlandığını" da vurguladılar. E vallahi bilemem, hiç kusura bakmayın, haberi duyunca kahkaha attığınıza göre belgeden haberiniz yoktu, onun için ben de size değil, kendi dediğime inanıyorum diyorum.

Konuya geri dönecek olursam, neden Kıbrıs Türk tarafı yetkilileri (Bakın burada siz hazırlamışsınız gibi yazıyorum, kıyak geçiyorum) "KKTC'nin tanınmasını istedik" demek yerine, "uluslararası eşit statü istedik" demekte ve esas tanınma işini belgenin "herhangi bir bağlamda anlaşma olursa" şartına bağlı karşılıklı tanınma istenilen 5.maddesine gizlemişlerdir?

Yeni siyaset bu mu?

Bir şeyi açıkça değil de utana sıkıla, gizleyerek istemek mi yeni siyaset şimdi?

Bakınız, bu zirve öncesi "Cenevre'ye toprak konusu damga vurabilir" başlıklı bir makale yazmıştım ve iddia olarak da Kıbrıs Türk tarafının eğer iki devletli çözüm modelini masaya getirmeye çalışacaksa, ortaya bir takım şeyler koymasından başka hiçbir çare olmadığını söylemiştim. Bu noktada benim iddiam toprak tavizi olabileceği yönündeydi.

Nitekim ilgili belgenin 3.maddesi (1 ve 2.madde yazanlar sağlandıktan sonra) aynen şöyle demektedir: "Müzakereler, iki bağımsız devlet arasındaki gelecekteki ilişkilere, mülkiyet, güvenlik ve sınır düzenlemesinin yanı sıra AB ile ilişkilere odaklanacak."

Konuyu bu şekilde yazdığımda, yani 1-2-3 diye sıraladığımda, kulağa hoş gelmekte, sınır düzenlemesi içine gizlenmiş 'toprak tavizi' sanki de ilk iki maddede yazanlar hayata geçirilince gündeme gelecekmiş gibi duyulmaktadır.

Buna inanacak kadar saf olanlarımız var mı bilmiyorum ama, konu, bir an için Rumların ve diğer tarafların böylesi bir formülü kabul ettiğini düşünecek olsak bile, 3.maddenin kendisinden başlayacaktır demek gayet doğrudur.

Yani Kıbrıslı Türk temsilci beyefendi, federal çözüm isteyenleri "Rum'a topraklarımızı peş keş çekmek istiyorlar" diye suçlarken, kendisi de böylesi bir taviz içinde olacağını beyan etmektedir. Yine kendisi zirve öncesi önce "yüzde 6" sonra da "sınır düzenlemesi" diye bunun sinyalini zaten vermiştir.

Ancak bence en dikkat çekici hususlarından bir tanesi ise "garantiler" konusunun belgede tek satır dahi geçmemesidir. Bu noktada 3.madde içinde "güvenlik" denilmekte, "garanti" denilmemektedir. Halbuki gerek Kıbrıslı Türk temsilci, gerek onun müzakere heyetlerinde bulunanlar, gerekse de maddelere destek veren Türkiyeli temsilcilerin üst perdeden konuşmalarına bakacak olursak, ilgili belgenin içinde "1960 garanti ve ittifak anlaşmalarının aynen devamı" ya da onun benzeri gibisinden bir madde görmek gerekirdi diye değerlendiriyorum. Bilmiyorum, belki bir yandan iki devlet isteyip, bir yandan garantörü oldukları devletin ikiye bölünmesinin çelişki olduğunu anladıkları için yazmamışlardır.

Ama her ne olursa olsun belgede eksik olan o kısmın da pazarlığın bir parçası olabileceği noktasına varabiliriz. Aynen Crans Montana'da yapıldığı gibi.

Peki, çok uzatmadan devam etmeye çalışırsam, bu belge masaya getirildi de ne oldu sorusuna cevap nasıl bulabiliriz?

Bir kere, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, zirvenin daha ilk günü, Kıbrıslı Türk temsilciye iki devletli çözüm modelini görüşecek mandası olmadığını açıkça ifade etmiştir dememiz gerekmektedir. Adam BM'nin Genel Sekreteri, başında bulunduğu kurumun aldığı kararlar belli, nasıl görüşebilir ki zaten?

Bunu dediğiniz zaman "e onun için gayrıresmi istedik" diyorlar ama gayrıresmi, "resmiye" dönemedikten, en azından öyle olması için yolu bulunmadıktan sonra ne anlamı var?

Yani onca yolu gidip parametre dışı öneri ortaya koyup, konuşamayıp, tartışamayıp, geri dönmek ve bunu zafer gibi göstermek için mi gittik bu durumda?

Öte yandan o çok güvenilen, uğruna enteresan lobicilik faaliyetleri döndürülen İngiltere neden bu öneriye destek vermedi de Kıbrıslı Türk temsilci bir başka 'incisi' sayılabilecek bir şekilde "İngiltere'ye baskı yapacağız" diye konuştu?

Hani İngilizler bizi anlıyordu? Yoksa Uncle Jack başkanlığındaki lobiciler bizimle dalga mı geçti?

Lafı fazla dolandırmadan ve çala kalem hazırlandığı çok açık olan bu belge üzerinde kafa patlatmayı bir kenara bırakacak olursam, sevgili Asım Akansoy'un dün yazdığı makalesinin giriş cümlesi, 30 Mart TC-MGK toplantı bildirisine atıfla, Cenevre'de neler olduğunu anlatmaktadır: "Sn Tatar, görevini en iyi şekilde yaparak masayı devirdi ve KKTC’ye döndü.  Bir önceki yazımda devirir mi, diye sormuş ve Ankara isterse devirir diye de yanıt vermiştim. Sonuçta Ankara istedi ve devirdi. Anastasiadis, Crans Montana’da hata yaptım, siz Kıbrıslı Türklerin tam olarak istediği gibi yani dönüşümlü başkanlığı 1/2 düzeyinde ve her kurumda ayırt edici oyunuz olacak şekilde etkin katılımı kabul ediyorum, gelin üç ayda bu işi artık bitirelim demiş olsa, masa devrilmeyecek miydi ? Yine devrilecekti. Devrilecekti ve bunu yine Tatar yapacaktı. Karar ve Tatar’ın mandası bu yöndeydi."

Kıbrıs Türk tarafının çözümsüzlük kaptanlarından ve resmi heyet üyesi bir veterana aynı soru sorulduğunda cevaben "kabul etmeyiz, federasyon treni çoktan kaçtı" dediğini de buraya not edeyim.

Kısacası, sadece siyaset açısından değil, basınla iletişim ve siyasi partilere bilgi verme gibi konularla da facia ötesi durumda olan bir zirve sonuçsuz kaldı.

Bazıları ise "50 yıldır olan oldu" deyip, "neydi olacağı?" demektedir.

Yok, öyle değil. Bu zirvede Kıbrıslı Türk temsilcinin tezi taksim teziydi. Onu masaya getirdi ve reddedildi. Tıpkı onun sık sık tekrarladığı "çizgisindeyim" diye övündüğü Rauf Denktaş'ın yıllarca yaptığı gibi.

Dolayısıyla masaya federal tez geldi de reddedildi diyenler kusura bakmasın, tamamen yanlış konuşuyorlar.

Federal çözüm müzakerelerini şeytanlaştırmak için onu "statüko" diye niteleyen neo-statükocu parlak beyinlerin bulduğu bu karalama yolu Cenevre'de artık iyice ayyuka çıkmış, neyin ne olduğu görülmüştür, daha fazla zorlamayın bence.

Son olarak, diyeceğim odur ki, Cenevre'de yapılan zirve "çözümsüzlük çözümdür" ruhunun bir kez daha masaya gelmesinden başka hiçbir şey değildir. Yeni diye başımıza kakalamaya çalıştıkları şey de eskinin bayat tezleridir. O tezlerin temsilcileri, başta üç silahşörler de olmak üzere, Cenevre'de bir tamam mesai harcamışlardır. Tek değişen şey lider pozisyonunda oturan kişidir, felsefe aynıdır.

Böylesi bir ruh ve takımla 2-3 ay sonra yapılması planlanan zirveden bırakınız bir sonuç beklemeyi, yapılması bile abesle iştigaldir demekten başka çarem de yoktur…

Eğer buna rağmen zirve gene yapılacaksa, bari Lefkoşa'da yapılsın diye diliyorum. Covid-19 belası sürerken salgının en çok yayıldığı uçaklara binip, onun alanlarında virüs kapma korkusunu yaşayarak gezmek istemiyorum.

Hele de 85 Frank'a hamburger yeme enayiliğine hiç gelemem…

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Diğer Ulaş BARIŞ yazıları