Ya kazanda ölüm, ya da derede özgürlük!

Yayın Tarihi: 12/04/23 07:00
okuma süresi: 10 dak.

TKP Eski Genel Başkanı, YKP Kurucusu Alpay Durduran’ın tarihe mal olmuş ‘kurbağa’ hikayesini bilirsiniz. Bilmeyenler için kısaca anlatmam gerekirse,  Durduran’ın 1990’da yayımladığı ‘Dünyada bir ada’ adlı kitabının kapağında ocak üzerindeki bir kazan içinde kaynayan suda mutlu mutlu oturan bir kurbağa resmedilmekte ve şu satırlar yazmaktadır:

“Koyun kurbağayı bir kazana ve besleyin. Bir süre sonra hafif hafif ısıtın, kurbağanın hiç telaş ve şikâyet etmeden haşlanıp öldüğünü göreceksiniz.”

Bu hikayenin kitap içindeki kısımları ise şöyle anlatılır:  “Ne yazık ki alışma, bağımlılık kazanma ve uyum sağlamayı, kurtulmaya tercih etme, canlıların doğal davranışları arasındadır. Onun için fazla şikayet edip, mücadeleyi bırakanların arkasından ağlayacağımıza gerçeği kabul edip, mücadeleye devam etmeli ve yeni savaşçılarla güçlenmeye çalışmalıyız.” (s.78) “Bizim için hazırlanan ortama alışmayalım. Gözlerimiz kapanmasın. Kurbağa gibi sıcağa alışıp haşlanıp gitmeyelim.” (s.79)

Kıbrıs Türk siyasetinin en önemli figürlerinden olan ve daha kimseler AB’den bile bahsetmezken halka böylesi bir hedef olması gerektiğini anlatan Durduran’ın siyası yaşamında bombalanan arabalar, kurşunlanan parti binaları ve ölüm tehditleri olduğunu bugün pek hatırlayan yoktur. 

Çok müdahaleli 1990 seçimlerinden sonra yeni kurduğu partisini bir daha asla seçime sokmayan Durduran’ın o günlerde yazdığı hikayenin tam da anlatıldığı şekliyle son bulmak üzere olduğu günler yaşıyoruz. Maalesef.

Durduran “bizim için hazırlanan ortama alışmayalım” derken aslında tam da içinde yaşadığımız ve mücadele ettiğimizi sandığımız meclis odaklı sistemi kastediyordu. O günlerde YKP’nin ortaya attığı slogan “Talimatla yönetilmeye hayır” şeklindeydi. Bugün ise talimatı çoktan geçtik, ‘biat etmekle’ devam ediyoruz.

O tarihten 9 yıl öncesine, 1981’e döndüğümüzde ise gördüğümüz şey, Durduran’ın TKP’sinin Başbakanlık koltuğuna oturmasının engellendiği bir takım vahim gelişmelerdir. 81 seçimlerinde çoğunluğunu kaybeden UBP’nin sürece Rauf Denktaş, elçilik ve asker vasıtasıyla nasıl müdahaleler ettiğini, sol/sağ muhalefetin kimi isimlerinin nasıl görevlerinden istifa ettirildiğini, içinde CTP’nin de bulunduğu sol bloğun meşhur Villa Fırtına toplantısında bizzat dönemin TC Büyükelçisi tarafından ‘istenmediklerinin’ söylenmesi elbette demokrasi açısından kara birer leke olarak durmaktadır.

Dolayısıyla Alpay Durduran’ın 9 yıl sonra aynı müdahalelerin, aynı oyunların oynandığını görmesi ve kazandan atlaması hiç de tesadüf değil, bir gerekliliktir.

1981’de Türkiye’de darbe rejimi vardı. 1990 ise Turgut Özal’ın egemen olduğu milli-muhafazakar bir yapı. 2000’de Derviş Eroğlu, Cumhurbaşkanlığı seçiminden zorla çektirilirken Türkiye’de Başbakan Bülent Ecevit’ti. Yani Ankara’da hangi anlayış hakim olursa olsun, Kıbrıs adasının kuzeyindeki yapının hüviyeti her zaman ‘bakıma muhtaç yavru’ konumundan ileriye gitmiş değildir. Ve yavru kendi iradesini kendi belirlemeye kalktığı anda ise hep aynı şey olmuştur: Müdahale!

2020 ve sonrasında yaşanan müdahalelerin de tarihte yapılanlardan felsefe olarak pek bir farkı yoktur ki bu örnekleri sıralamaya kalksak kitap olur.

Tekrardan Durduran’ın kitabındaki alıntılara dönecek olursak, solun iktidara ilk ortak edildiği 1985 (UBP-TKP) yılından, CTP’nin ortak edildiği 1993 yılına geldiğimizde, bize hazırlanan ortamın ‘daha demokratik’ bir duruma dönüştüğünü görebilirsiniz. 2004 yılında ilk solcu Başbakan (Soyer), 2005 yılında ise ilk solcu Cumhurbaşkanını (Talat) çıkaran sistemin Annan planı dönemi etkisi olsa da görüntü açısından en parlak yılları bunlardır diyebilirim. Ama elbette bu demokratik vitrinin gerçeği yansıtmadığı ortadaydı.

Mesela adada görevli bir komutanın, Başbakan olduğu dönemlerde bir etkinlikte Ferdi Sabit Soyer’e yönelik “bana Türklüğünü ispat et” deyip elini sıkmaması, esas rejimin soğuk ve gerçek yüzünün kendini göstermesinden başka bir şey değildir.

Yine o dönemde Soyer hükümetinin Türkiye’den aldığı telkinle bir gecede en önemli rakibinden adam ayarlayıp, ortağı DP’yi hükümetten atıp, ÖRP macerasına girişmesi ise içinde bulunan rejimden ‘kurtulmayı’ sağlayacak adımlar yerine, ‘aynılaşma’ ‘ayak uydurma’ ‘alışma’ ve ‘bağımlılık kazanma’ diye değerlendirilebilir. Tam da Durduran’ın dediği gibi!

Şimdi ‘mücadele platformu’ diye güzellenen ancak özellikle de son 3 yılda iyice tahakküm altına giren mecliste yaşananlar, oralarda yaşananlara ‘meşruiyet’ katmaktan başka bir işe maalesef yaramıyor.

Nasıl ki Tahsin Ertuğruloğlu hemen her açıklamasında Rumlara yönelik “Halkımız 2020 seçimlerde kararını vermiştir, federasyon işi bitti gitti” cesaretini ve gücünü buluyorsa, Erhan Arıklı da meclisten Anayasa’ya aykırı bir şekilde geçen yasalar sonrası isyan eden muhalefete “Biz seçilmiş bir hükümetiz kardeşim. Biz yaptık oldu. Şikayetiniz varsa polise gidin” deme cüret ve gücünü bulmaktadır.

Peki bu gücü nereden almaktadır? İşte Durduran’ın 1990’dan beri boykot ettiği ve adına ‘demokratik’ denilen seçimlerle oluşan meclisten! Sandık kurduk, seçtik, daha ne? Al sana meşruiyet!

Diyeceğim odur ki, çoktan beri devam eden ancak özellikle de son 4-5 yılda gelinen noktada meclisteki muhalefetin durumu kazanda kaynayan kurbağadan farksızıdır. Ve işin en acı tarafı, bu çok alıştırıldıkları, bağlandıkları ve müthiş uyum sağladıkları meclis mücadelesi dışında bir mücadele olduğuna da inanmamaktadırlar. Bir yandan gayrı-meşru hükümet diyerek hükümete saldırılmakta, ardından da meclisin meşru olduğunu iddia edip oralarda muhalefet edildiğine inanılmaktadır. Bu hem siyasi hem de mantıken çelişik bir durumdur. Yasa yapıp komiteye gönderen Bakanlar Kurulu ‘gayrı-meşru’, onu alıp çalışan meclis komitesi ‘meşru’, sonra görüşen Genel Kurul ‘meşru’ ve en nihayet parmak hesabı onu yasal hale getiren hükümet vekillerinin kaldırdığı parmak ‘meşru’ olmaktadır! Gerçekten KKTC stili demokrasi dedikleri bu olsa gerek!

Dolayısıyla ‘Hem mecliste hem sokakta’ denilen ancak halk dilinde ‘hem nala hem de mıha’ diye nitelenen retorikleri çoktan çökmüş, halktan gerekli karşılığı görememiştir.

1970 yılında kurulan, Sosyalist Enternasyonale üye olan, tüm dünyada kabul ve saygı gören Kıbrıs Türk siyasetinin ilk partisinin getirildiği bu nokta bana göre son derece talihsizdir. Halbuki CTP böylesine çaresiz, sadece mecliste ya da hükümette kendisine biçilen rolü oynamaya mahkum abur cubur bir parti değildir. Buna üzülüyorum ancak muhalefetle ilgili üzüntüm sadece meclis içiyle sınırlı değildir.

Mesela dün programına konuk olan TDP Başkanı da çareyi erken seçim ve ‘meclis içi mücadelede’ görmekte ısrar etmektedir. O da aynen CTP gibi seçimi boykot edenleri, katılmayanları ‘mücadele etmeyi bırakmakla’ suçlama talihsizliğini göstermektedir. Bu arkadaşlarla hep aynı şeyleri konuşuyoruz ve iktidar oldukları takdirde “Türkiye size bir şey dayatırsa nasıl karşı çıkacaksınız?” şeklindeki klasik soruya dolambaçlı yollardan geçip, “durumu deşifre ederiz” kapısına çıkıyoruz. Arkadaşlar, eksik olmayın, biz çoktan deşifre ettik, hatmettik, indirdik, gurcaladık, daha fazlasına gerek yoktur. Bu yol, bu düzen altında geçerli yol değildir, nokta.

Yine her iki gruptan arkadaşlarla bu mücadele yönteminin işe yaramadığını, rejimi meşrulaştırdığını söylediğimiz noktalarda tartıştığımızda ise ‘peki yerine ne koyalım?’ sorunsalına varılmaktadır.

Kurbağanın kazandaki sıcak suda keyifle kaynayarak ölüp gideceği açıkken bunun yerine yaşamayı koymak nasıl mesela?

Sürekli duvara toslayan, tosladıkça halkın siyasete ve sorunların çözümüne olan inançlarını yerle bir eden, aynı verimsiz şeyleri yapıp, aynı kötü sonuçları elde etmekten vazgeçmek nasıl mesela?

Uluslararası platformlarda çare aramak, federal çözümü sonuna kadar zorlamak nasıl mesela?

Hayır, Kıbrıslı Türkler sizin verimsiz, konformist ve içinde cesaret olmayan sıkıcı siyasetinize mahkum değildir! Bu düzen bitmeli, bu sahne bozulmalı, gerçek mücadele yoluna dönülmelidir.

Çünkü çözüm ve kurtuluş şansımız Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki doğal haklarımızdır, bunun federal bir yapıya dönüşümüdür, uluslararası hukuktur, uluslararası mahkemelerdir, mücadele sinerjisi buralara kanalize edilmelidir, saçma sapan gündemlere değil!

Yani ya kurbağa gibi kazanda kaynayarak öleceğiz ya da bu kazandan çıkıp kendi özgür deremize döneceğiz…

Verilecek karar budur…

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Diğer Ulaş BARIŞ yazıları