Bizim nesil

Yayın Tarihi: 04/09/22 09:05
okuma süresi: 6 dak.

Geçen yıldı sanırım. Bir arkadaşım sosyal medyada bir alıntı paylaşmıştı. Başlığı, “Bizim Nesil: Kim Bunlar” olan. Beğeni ile defalarca okumuştum. N. Can imzalı güzel bir yazı. Kim bunlar sorusunun cevabı, 1950 ile 1970 yılları arasında doğanlar.

Bahsi geçen neslin bir ferdi olarak yazılanlar ve geçmişim hakkında derin düşüncelere daldım.

Derler ya, yaş ilerledikçe insan geçmişi daha sıklıkla düşünürmüş.

Sosyal medyadaki paylaşım sözü geçen neslin meziyetlerini göklere çıkaran mahiyette.

Kendimi 60’lı ama daha çok 70’li yılların nesli olarak görenlerdenim. 1970 yılında İngiltere’ye göç ettiğimde 18’ime 6 hafta kadar vardı. O yüzden kişisel yaşamımı 18 öncesi ve 18 sonrası diye ikiye ayırırım.

Çocukluktan gençliğe geçiş dönemi olan ve İngilizce’de ‘teen’ ile biten yıllarımın sadece 5 yılını Kıbrıs’ta geçirdim (13-18) ama o güzel yılları özlemle, sevgi ile anarım her zaman.

Çok kısıtlı bir dünya görüşümüz vardı bizim neslin. Televizyonlarda gördüklerimiz belirliyordu dünya görüşümüzü. Bir de Türkiye radyoları, Ses, Hayat, Akbaba gibi dergiler.  

Anne, babalarımızın bizi ilk kez okula teslim ederken “eti senin, kemiği benim” dedikleri nesildeniz biz. Bu sözleri harfi harfine uygulayan sadist ruhlu öğretmenlerden çok dayak yedi bizim nesil.

Ezberci bir eğitim süreci yaşadı bizim nesil. Beyin gücümüzü kullanıp ne ve nasıl düşüneceğimize karar verme yetisi kazanacağımız bir eğitim görmedik.

Öğretmenlerimize saygıda kusur etmedik. Çok değerli öğretmenlerimiz vardı, eğitim sistemine rağmen. Okulumuza severek gidip geldik. Yaz tatillerinin sonuna yaklaşınca heyecanla gıcır gıcır yeni ders kitaplarımızı Deniz Kitabevi’nden almaya koşardık. Onları itina ile renkli kağıtlarla kaplardık.

Kızıl güneşin altında saatlerce asker gibi yürüttüler bizi milli kutlamalara hazırlık diye. Kutlama günlerinde saatlerce Dr. Küçük’ün sıkıcı nutuklarını dinlemeye zorlandık. “Kin” diye iğrenç bir şiir de okuttular bize.

Eğer ailemiz bize bayramlık yeni ayakkabı alabilmişlerse onlara sarılarak uyuduk arife günün gecesi, bayramlık elbiselerimizi itina ile sabah uyanırkenden görebileceğimiz bir yere asardı annelerimiz.

Televizyon hayatımıza girmeden önce, soğuk kış gecelerinde annelerimizin, nenelerimizin mesellleri ile ısındık. Kızma-beyim (Ludo), yılan oyunu, gonga, ıspastra oynadık saatlerce o uzun kış gecelerinde.

60’ların ortalarında kahvehanelerde, pastahanelerde, parklarda değil evlerimizde televizyon görmeye başladık. Daktari, Peyton Place, Bonanza, Lassie, Avengers, Lost in Space, Norman Wisdom, Jerry Lewis filmlerini kendimizden geçercesine izledik.

Televizyon diğer ender eğlence kaynağımızı ortadan kaldırmaya yetmedi. Yazlık, kışlık sinemalarda o zamanlar heyecanla izlediğimiz Yeşilçam filmlerini görmeye koştuk. Orhan Günşiray, Ayhan Işık, Neriman Köksal, Vahi Öz, Sami Hazinses, Belgin Doruk, Filiz Akın, Türkan Şoray filmelerini hasır sandalyeler üzerinde hayaller kurarak izledik.

Francola dediğimiz beyaz dilimli ekmek, uzun kutularda satılan Danimarka peyniri gibi şeyler lüks idi bizim için. Çok sevdik onları, ama idareli tükettik. Fırınlardan aldığımız nefis sıcak ekmek üzerine nestle kutu sütü ve şeker koyarak yedik okuldan gelirkenden.

Buzlukla da bu yıllarda tanıştık. İlk buzluklarımızı seyyar buzcu Enver’den aldığımız kalıp buzlar soğuturdu. Kocaman, elektrikli kelvinator buzluğumuzun eve gelmesi sevinç kaynağımız olmuştu. Fırın da yoktu. Ne akıllısı, ne akılsızı! Lambasuyu (gazyağı) ile çalışan islimlerle idare etti bizim nesil uzun yıllar. Pompalanarak yanan islimleri yakmak için biz çocuklar yarışırdık.

Çamaşır makinesi de yoktu. Annelerimiz bahçe avlusunda odun veya kömürlerin ısıttığı kocaman kazanlar içerisinde, suya kül katarak yıkardı çarşaflarımızı, çamaşırlarımızı. Tertemiz beyaz gömleklerimizin yakaları kolalanırdı.

Mahalle çocukları hafta sonları ve tatillerde sabah kahvaltısından akşam yemeğine kadar dışarılarda korkusuzca pirili, saklambaç, beştaş, alda gibi oyunlar oynar, topaç çevirirdik. Oyuncaklarımız azdı ama çok yaratıcıydı bizim nesil. Mahalle dedim de, gerçekten bir mahalle kültürü, mahalle dayanışması vardı bizim neslin. Yaz geceleri tüm mahalleli tozu, toprağı dindirmek için sulanan kapı önlerinde oturur sohbet ederdik.

Savaş nesliyiz biz. Lisede iken bazı arkadaşlarımız okuldan sonra mevzilerde boylarından büyük silahlarla nöbet tuttular. Yaşamımız hep savaşlarla, savaş korkusu ile geçti. Köylerimiz, kasabalarımız aylarca abluka altına alındı. Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerleri üzerlerinde kocaman U.N (United Nations) yazan beyaz arabalarıyla ilk kez kasabamıza girdiklerinde kadınlar kap kacakla yol kenarlarına dizildiler. Un geldiğini sanarak.

İşte sevgili okurlar. Bizim nesil küçük şeylerle mutlu olmayı bilen bir nesildi. Basit, ama çoğu zaman mutlu bir yaşamımız vardı.

Şimdiki nesillere baktığımda bu denli bir değişikliğin nasıl mümkün olduğunu şaşarak izliyorum. Yoksa bizim nesil de şimdikiler gibi miydi? Ama nnnnayır, nnnnolamaz (Cüneyt Arkın dediğinden) çok şeyler değişti. Köprünün altından çok sular geçti o güzelim 50’li, 60’lı yıllardan buyana.

Galiba bizim neslin en büyük şansı (bazılarına göre şanssızlığı) ganimet görmemiş olmamız ve sosyal medya ile tanışmamış olmamızdı.

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Diğer Ertanç HİDAYETTİN yazıları