İpso facto, de facto ve ötesi…

Yayın Tarihi: 06/12/19 07:00
okuma süresi: 10 dak.
A- A A+

Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay, geçtiğimiz gün Girne Üniversitesi tarafından düzenlenen “Doğu Akdeniz Enerji Politikaları ve Kıbrıs Sorununa Yansımaları” seminerine katılıp oldukça ilginç bir sunum yapmış.

Sözlerinin başında "Kıbrıslı Türklerin, Doğu Akdeniz bölgesindeki geleceğini sadece Kıbrıs sorunu ya da Kıbrıs sorununu çözmek için müzakere süreçleri üzerinden okumaktan artık vazgeçmek zorundayız" diyen Hoca, devamında da "Daha sağlıklı analizler yapabilmek için, bizim artık başka bir perspektiften, Kıbrıs sorununu yok sayarak değil, Kıbrıs’ta bu sorunu çözmek için var olan süreçleri yok sayarak değil ama sadece 'onu' merkeze koyarak analiz yapmaktan vazgeçmemiz gerekir" demiş.

Sözlerinin devamında, Türkiye'nin bölgedeki durumunu da irdeleyen Hoca, işi Lozan Anlaşması’ndaki bazı hususlara da getirip, inceden eleştirilerini de ortaya koymuş. Kendisine katılıyorum, zira Lozan'ın, Ege Denizinde o gün yarattığı problem, bugün Türkiye'nin başına gerçekten bir sürü çoraplar örmüş, Yunanistan ile de dengeli bir ilişki kurmasına engel olmuş durumdadır. Haliyle, Hoca'nın da sunumunda dediği gibi, Karadeniz'in kapalı, Ege'nin sorunlu olması sebebiyle, Türkiye'nin nefes alacağı yer olarak bir Doğu Akdeniz havzası kalmıştır. Bu büyük ilgi ve alakanın bir büyük sebebi de budur.

Ancak durumu Türkiye üzerinden okuyarak değil de Kıbrıslı Türklerin durumu üzerinden okuyacak olursak, elbette iki ülkenin çıkarlarının birleştiği yerler olduğu gibi, ayrıştığı bir çok yer de karşımıza çıkacak ve özellikle de ortaya 'aktör olabilme' meselesi gelecektir.

Hoca'nın sunumunda ortaya koyduğu ve bir milat olarak nitelediği 2011 Kıta Sahanlığı Anlaşması aslına bakarsanız, onun da dediği 'devrim' nitelikli bir şey yaratmamakla birlikte, KKTC'nin de bir aktör olma çalışması sancıları arasında sayılabilir.

Ancak tüm dünyanın bir 'alt yönetim' olarak gördüğü KKTC'nin, Türkiye Cumhuriyeti ile yaptığı o anlaşmanın nitelik (teknik) olarak bir anlaşma sayılabilirken, işte o bahsettiğim 'alt yönetim' olma durumu yüzünden 'nicelik' olarak çok sorunludur.

Yani, Allah aşkına, tüm dünya bizi direk olarak Türkiye tarafından yönetilir görürken, böyle bir anlaşma yapmamızı kimler, nasıl dikkate alacaktır?

Yoksa Hoca'nın bu konulardaki derin bilgisine diyecek bir şeyim yoktur.

Sonucunda bir devlet ilan edildiği zaman, eğer denize kıyısı varsa, onun doğal olarak orada da hakkı vardır ve bu, Hoca'nın da sunumunda belirttiği üzere "'ipso facto ve ab initio' bir haktır. Yani ta en baştan itibaren oradadır ve ilan etmeseniz bile - siz devlet olarak doğduğunuz andan itibaren oradadır."

Ancak sıkıntı, tüm dünyanın adadaki tanınmış devlet olarak, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni görmesidir.

Bu gerçek oracıkta dururken, KKTC devletinin tanınmamış hatta 1983'teki 'Unilateral Decleration of Independence' yani 'tek taraflı bağımsızlık ilanı' yüzünden de, esas tanınan devletten kopan "ayrılıkçı yapı" olarak de-facto görüldüğü de kesindir.

Bu durumda, kabul edilen, bilinen ve tanınan 'ipso facto ve ab initio' hak onlardadır.

Fakat Hocamız, belli ki bu durumun farkında olmasından mütevellit, Kıbrıslı Rumların söz konusu haklarından bir tamam yararlanıp, çeşitli ülkelerle kıyı anlaşmaları yapmasının, kendi ifadeleri ile 'protesto' edilmekten fazlasına ihtiyacı olduğunu söylemektedir.

Bu noktada da, kendisinin de birçok defalar yazdığı o protesto mektupları yerine, 2011 anlaşması ile birlikte, artık bir potansiyel aktör durumuna getirilen KKTC'nin, Türkiye'nin konvansiyonel gücünü kullanarak bir takım adımlar atma yoluna gittiğini vurgulamaktadır.

Haliyle, Türkiye, sondaj gemisi sahibi değilken, bugün 3 tane sondaj gemisi almış ve KKTC'nin verdiği lisanlar ile de kazılar yapmaktadır. Ancak, Türkiye, sadece KKTC lisansları ile değil, kendi hak iddiasında bulunduğu kıta sahanlığı bölgelerinde de bu kazıları yapmakta ve soranlara da 'hesap vermem' demektedir. Bu noktada, adanın batısı ile doğusundaki durumu birbirinden ayırmak gerekmektedir.

Bu konuya girmeden, sunumdan devam edecek olursam, 'Kıbrıs müzakereleri çökse bile', KKTC'nin potansiyel aktör olmasını amaçlayan bu adımların, Rumları bir anlaşmaya ya da iş birliğine zorlayacağını iddia eden Kudret Hoca, günün sonunda bu 'sahaya inme' durumunun, en azından ada etrafında arama yapan şirketlerin üzerinden bir iş birliği ortamını yaratabileceğini söylemektedir.

Defalarca yazıp çizdiğim üzere, böylesi bir anlaşmanın KKTC devletini by-pass edecek, Kıbrıslı Türklerin özlediği 'siyasi anlaşma' ile birlikte uluslararası platformlara çıkma özlemini daha da öteleyecek bu hususun içinde bir miktar para olmasına rağmen, gelecek yoktur.

Evet, Hoca'nın da vurguladığı üzere, bugün 10.parselde kazılar yapan ve hiç ses çıkarılmayan Amerikan Exxon'a "gel bizim blokları da kaz" denilebilir.

Amerikan Exxon da işin içinde para görürse, bizim lisan verdiğimiz Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) üzerinden bu anlaşmayı kotarabilir ancak bizim siyasi durumumuz ne olacaktır?

Hoca, bu noktada, Mari patlaması ile birlikte ortaya çıkan elektrik krizini örnek vermektedir. O zaman santral patladığında ve Rumlar, kuzeyden elektrik almak istediğinde, Rumların tanıma fobisine kapıldığını ve nihayetinde de bunun kurumlar üzerinden olması yerine, Ticaret Odası'nın basit bir Rum vatandaşa elektrik satması ile birlikte çözüldüğünü söylemektedir.

E peki ondan sonra ne olmuştur? Rum'a elektrik sattık, hatta şimdi enterkonnekte ile de bağlıyız, sonrasında ne olmuştur?

Tanındık mı? Hayır.

Tanınacak mıyız? Hayır.

Hatta, bilakis, Rumlar zora düştüğünde bizden elektrik almaya devam edecekler ama bizler hala daha Real Madrid ile maç yapamayacak, BM'de tanınmayacak ve AB'ye üye olamayacağız.

Kuşkusuz ki, şirketler üzerinde bu işin çözülmesinin sonucu tam da bu elektrik anlaşması gibi olacak işte, birbirimizi kandırmayalım.

Gene de, Hoca'nın sunumuna konu ettiği ve benim de çok önemli bulduğum 'interdependence' ilkesi üzerinden, iki tarafın birbirine bağımlı hale gelmesi elbette önemli bir husustur.

Ve evet, bunun için de iş birliğinin gelişmesi gerekmektedir. Ancak, bu iş birliği, birleşmeyi öteleyen değil, kucaklayan bir şekilde olmak zorundadır. Yoksa, gemi gönderip, 'gaz çıkarırsan, vururuz' deyip, korkutarak denge kurmak, bu dengeyi de 'aha iş birliği yapıyoruz' diye satmak olsa olsa zorlama olur ve sonu çatışma ile biter.

Tabii, konunun sonunda, yeni bir gelişme ile de duruma bakmak lazım zira Rumlar dün sabah itibarı ile bu gaz arama işleri meselesi yüzünden Türkiye'yi La Hey Adalet Divanı'na şikâyet etmiştir.

Şimdi, Kudret Hoca'nın sunumunun sonlarında bahsettiği AB müktesebatının 'askıda' olması durumuna nasıl bir açılım getirilecektir?

Türkiye'yi orada savunacak olanlar, çıkıp da Adalet Divanında, 'Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuzeydeki bölgelerde etkin kontrolü yoktur' deyip, bunun AB'nin birincil hukuku olması yüzünden,  öyle okuyup, 'Biz istediğimizi yaparız' mı diyecektir?

Zira, anladığım kadarıyla, hukukun askıda olduğu yerde, hukuksuzluk hukuk gibi görünmektedir.

Tüm bunların sonucunda, bu sahaya inme ve Rumları bir şeylere zorlama politikalarının başımızı büyük belalara sokacağını tahmin etmek çok da zor değildir.

Sürekli bir şekilde, olmayan bir şeyi varmış gibi gösterme ama her defasında olmadığını görüp yanılma ile geçen yıllar, işte 36 yıllık bu devletin tam bir özetidir.

Maalesef…

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.