Kedi-fare oyunu… 

Yayın Tarihi: 30/05/23 07:00
okuma süresi: 13 dak.

Sonucu aylardır merak edilen Türkiye seçimleri en nihayetinde sona erdi ve kazanan değişmedi: Recep Tayyip Erdoğan! 

1994 Belediye Başkanlığı seçimiyle birlikte başlayan seçim galibiyeti serisini 11’e çıkaran Erdoğan’ın en kolay zaferlerinden birisi şeklinde cereyan eden bu seçim, en baştan söylemem gerekirse hiç de adil değildi. Adil olmamasının yanı sıra seviyesi de son derece düşüktü.  

Türk usulü demokrasi ve seçimin tüm nüvelerini taşıyan süreç benim için bu açıdan hiç de şaşırtıcı değildi. Post-hakikat çağının en önemli özelliği olan ‘gerçek bilgiyi öğrenememe’ ya da ‘evrak içinde kaybolma, doğru bilgiyi bulamama’ gibi sıkıntılardan aynen insanlık gibi mustarip olan Türkiye seçmeni, seçim döneminde yapılan manipülasyonlara çok güzel bir şekilde geldi ve neredeyse tüm seçim Erdoğan cephesinin ‘Gobbelisk’ söylemi içinde, muhalefeti zorunlu hamlelere mahkum ederek geçti. Böylesi bir süreçte devletin tüm olanakları, basını ve diğer enstrümanları elinde tutan iktidar, kelimenin tam anlamıyla bir kedi-fare oyununa çevirdiği seçimi rahat bir şekilde kazandı. Başka bir sonucu beklemek saflık olurdu.  

Aslında muhalefetin hamleleri daha en başından, aday seçiminden hatalıydı. Türkiye siyaseti için son derece naif, renksiz, liderlik vasfı zayıf, seçim kazanma DNA’sı bulunmayan Kemal Kılıçdaroğlu ismi -o günlerde de söylediğim gibi- son derece hatalı ve Erdoğan’ın ekmeğine bal sürecek cinstendi. Doğru aday ise mevcut adaylar içerisinde Erdoğan’a karşı psikolojik üstünlük kurabilecek tek kişi olan Ekrem İmamoğlu’ndan başkası değildi. Bazı arkadaşlar ‘onu seçime sokturmazdı, hapsederdi’ diyor ama ben buna gülüyorum. Neden derseniz, Erdoğan’ın yükselişinin Pınarhisar hapishanesinde geçirdiği 4 ay olduğunu bildiğim için. Benim bildiğimi elbette Erdoğan cephesi de biliyordu. Bildikleri bir diğer şey ise Türk halkının ‘mağdurların’ yanında olma potansiyelinin büyüklüğüydü.  

Dolayısıyla İmamoğlu, Erdoğan’a karşı yarışmış birisi değil ama onun en yakın adamlarından birisi olan Binali Yıldırım gibi birisini İstanbul’da mağlup edip, son 21 yılda kazanılan tek zafere imza atan kişiydi. Aynen Erdoğan gibi karizmatik olan, onun gibi popülizmin en alasını kotarabilen, yeri geldiğinde İslamcı kesimin, yeri geldiğinde milliyetçi kesimin, yeri geldiğinde solun ve Kürt oyların sempatisini kazanmayı maharetle yapabilen İmamoğlu kesinlikle Erdoğan için en zorlu rakipti. Bazıları bu noktada Mansur Yavaş ismini de öne sürmektedir ama Yavaş’ın Kürt seçmenden oy alma potansiyeli neredeyse yok denecek kadar az bir noktadadır. Nitekim seçim dönemindeki söylemleri de Kürtler tarafından pek hoş karşılanmamıştır. Ama burada devreye giren CHP oligarşisi ya da statükosu yeni bir adaya izin vermeyerek seçimin kaderini belirledi. 

Dolayısıyla eğer Meral Akşener’e kulak verip, Kılıçdaroğlu yerine İmamoğlu aday çıkarılsaydı, bugün bambaşka bir durumu yazıyor olabilirdim. Ama olmadı ve Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 100.yılında, üstelik 14 Mayıs gibi son derece sembolik bir tarihte yapılan seçimin önce ilk turunu, ardından da 27 Mayıs’ın 63.yıldönümünün ertesi günü yapılan 2.turu kazanarak, yeni ve geri dönülmez bir yola girdi. (14 Mayıs 1950 Adnan Menderes’in DP’sinin CHP sultasını yıktığı gündür. 27 Mayıs 1960 ise darbe yapılıp, asılmasına giden sürecin başladığı tarih. Dolayısıyla Erdoğan’ın balkon konuşmasında Menderes’e atıfta bulunması hiç de tesadüf değildir.) 

Bu geri dönülmez yolda 5 yıl daha onay almış bir Erdoğan’ın yanı sıra, 600 kişilik meclisin 400’den fazla vekilini kazanan milletçi-muhafazakar cephenin kullanışlı halini de hesaba katmak gerekmektedir.  

Ve kuşku yok ki bu durumun ortaya çıkmasının en büyük sorumlusu 100 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran parti, CHP’den başka birisi değildir. Toplum sosyolojisini ve seçim psikolojisini yeterli derece okumaktan mustarip olan parti, bir kez daha Türkiye halkının gerçeklerini okumaktan çok egosantrik, alabildiğine romantik ve elitist bir tavırla ‘kurtarıcı mesih’ gibi bir role soyunup, Erdoğan ekibinin bir dantel gibi işlediği kadim algı girdapları içinde kayboldu.  

Düşünün, önce rakibine ‘Bay Kemal’ diyerek ‘Anadolu’ya yabancılaşmış üstten bakan CHP memuru’ travmasını kaşıyan Erdoğan, ardından rakibinin bu lakabı kabul etmesiyle birlikte, ‘Bay bay Kemal’ demiş ve bana sorarsanız propagandayı başlamadan bitirmiştir. Tüm seçim sürecinde yaşananlar ‘oyun kurucu’ Erdoğan’ın hamleleri şeklinde devam etmiş, muhalefet de buna hapsolmuştur.   

Hatırlayın, ilk turda seçimin gündemi olan iki şey vardı. Bunlardan birincisi seccade konusu, diğeri ise Alevi meselesiydi. Kılıçdaroğlu’nun habersiz bir şekilde seccadeye basarak çektirdiği resmin üzerinden son derece sığ bir din propagandasına başlayan iktidarın en sonunda sözü getireceği şey tabii ki Alevi-Sunni kavgasıydı. Bunun önüne geçmeye çalışan Kılıçdaroğlu cephesi, ‘ben Aleviyim’ çıkışını yapınca, bu adımı çoktan bekleyen iktidarın has adamı MHP lideri hemen cevabı yapıştırdı: “Alevi olduğunu itiraf etti!” 

Çünkü Alevi olmak halen bir suç!  

Türkiye’nin özellikle son yüzyıllık tarihi Alevi-Sunni kavgalarını kaşıyarak iktidar olanların, ya da oralardan darbe kotaranların tarihidir. Bu kötülük sürekli şekilde tekrarlanmakta, Anadolu halkı birbirine düşman edilmektedir. İktidar, bu bağlamda Orta Anadolu’da bulunan büyük oy kitlelerinin asla bir Alevi’yi cumhurbaşkanı yapmayacağını çoktan bildiği için bu kartı hoyratça oynamaktan çekinmedi.  

İlk turun bana göre bir başka büyük hatası ise ittifaka dahil edilen her birinin ‘kabahati boyundan büyük’ ama kitle olarak küçük ve muhafazakar partilerin varlığıdır. Erdoğan’ın sisteminin en büyük kurucularından olan Davutoğlu, Babacan hele hele de adı Sivas katliamıyla birlikle olan Karamollaoğlu’nun varlığı son derece vahimdir. Nitekim bunların seçimde ittifaka olan faydası tartışmalıdır ve bundan da ötesi bu iş CHP ve İyi Parti’ye yaklaşık 40 vekile patlamıştır. Öte yandan ittifakla birlikte yaratılan yanlış ‘kolayca kazanacağız’ algısı, konsantrasyonun Erdoğan’ı devirme noktasına odaklanmasıyla birlikte parlamento seçimleri tamamen ikinci plana itilmiş ve esas ‘atı alan’ Üsküdar’ı tam da orada geçmiştir.  

İkinci turda “Kılıçdaroğlu kazanırsa, meclis onu kilitleyecek, ülke mahvolacak, hiçbir iş dönmeyecek” şeklindeki kampanyanın son derece kullanışlı bir söylemine dönüşen meclisin bu halinin kitleler üzerinden daha da çok sermaye üzerinde büyük etkisi olduğunu buraya not düşmek isterim. Çünkü özellikle sermaye çevrelerin, -ama iktidar yanlısı, ama ona muhalefet olsun fark etmez-, en nihayetinden ortak buluştukları nokta ‘ekonomik istikrardır.’  

Ekonomist Hyman Minsky’nın “İstikrarsız bir ekonominin istikrarı” adlı kitabında irdelediği konu tam olarak budur. Minsky’nin temel tezi “kapitalist ekonomilerin içsel olarak istikrarsız oldukları dengesizlik ve işsizliğin kapitalist ekonomilerin normal işleyişinin bir sonucu olduğudur.”  

Türkiye ekonomisinin istikrarsızlığının başladığı yer de aslında istikrarının başladığı yerdir ve bu elbette paradoksal bir duruma işaret eder. Fakat oluşturulan otokratik sistem, Özal döneminde temelleri atılan, milenyum sonrası AKP ile birlikte hız kazanan devlet kapitalizmi, Türkiye’nin başına geçen kişiyi dev bir holdingin başına geçmesinden farksız hale getirmektedir. Elinde basını, devletin tüm olanaklarını ama en önde ise ekonominin tek elden yönetildiği böylesi otokratik bir iktidarı yenmek ise ancak “beyaz” Türk solunun hayali olabilecek niteliktedir. Sermaye kesimlerinden böylesi bir iktidara karşı durmasını beklemek ise ondan daha da büyük bir hayaldir.  

Allah aşkına, ilk turun en parlak seçim propagandasını yapan TİP’in hitap ettiği kesim kimdir? İşçiler ve emekçiler mi yoksa entelektüel beyaz Türkler mi? Bunun cevabı elbette ikincisidir. Emekçiler adına, işçiler adına, dar gelirliler adına siyaset yaptığını öne süren ve samimiyetle de bunu sürdüren TİP’in ya da diğer sosyalist partilerin geniş halk kitlelerinden neredeyse sıfır dönüş almasının hiç mi sorunsal bir tarafı yoktur? Bu sosyolojik tahlili yıllardır yapamayan ya da yeterli şekilde yapmayan Türk solunun içinde bulunduğu perişan halin en büyük sebebi esas ideolojik kitlesine yabancılaşan ve en nihayetinden ulusal sola ‘bulanan’ bir felsefe değil de nedir?  

Tüm bunlardan sonra seçimin ikinci turunda işi iyice Kürt sorunu ve terör üzerinden propaganda yapıp, LGBT nefreti üzerinden doldurduğu yelkenleriyle birlikte ittifakı ‘ne kadar Türk, milliyetçi ve ahlak sahibi' olduğunu ispat etmeye zorlama noktasına getiren Erdoğan iktidarı, artık bir kedi fare oyununa dönen seçimde, son darbeyi de muhalefeti zenofobi gibi bir insanlık suçu söylemine getirip atarak vurdu. Göçmenlerin gönderileceğini söyleyen Kılıçdaroğlu'nun bu tavrı, AB için korku çanlarının çalmasına yol açtı. Erdoğan bu yönde hiç konuşmadı. 28 Mayıs gecesi onu ilk kutlayanlar arasında iki AB kumandanı Von der Leyen ve Michael'in olması tabii ki derin bir oh çeken AB olarak yorumlanabilir. Varsın Türkiye daha çok otokratik olsun da mülteci siyasetini bozmasın, bariyer olmaya devam etsin! Son derece talihsiz bir durum.  

Ama daha da talihsizi Kılıçdaroğlu’nun seçim gecesi çıkıp, hiç sıkılmadan istifa konuşması yerine zafer konuşması benzeri bir konuşma yapması ve ‘biz buradayız, mücadeleye devam’ mesajını vermesidir. “Adaletsiz bir seçimdi” deyip, “hakkınızı korumam lazımdı, korudum” deyip sonra da seçim sonucunu kabul etmesi nedir? 

İlk turda ‘seçimi çaldılar’ deyip, İmamoğlu ve Mansur’u ateşe atacak şekilde televizyona çıkartıp ‘öndeyiz’ dedirtip, sonra da dönüp, ‘ikinci turu alacağız’ demesi nedir? Madem seçimin çalındığına bu kadar emindin, hazır 49.5’la yüzde 50’ye ulaşamamış Erdoğan’ın oyununu bu sonucu kabul etmeyerek niye bozmadın?  

Seçim süreci boyunca “oylarımızı çaldılar” hezeyanı içinde devam edip, komplo üretip buna inanmaktan önünü göremeyen (Bir başka ulusal sol hastalığı), sürekli ve yanlış bir şekilde bu komplolar üzerinden teoriler inşaa edip, en nihayetinde de ortaya hiçbir ispat koyamayan muhalefet basını da ayrıca sınıfta kalmıştır. Seçimin ilk gecesi büyük muhalif televizyonlarda yaşananlar tam bir fiyaskodur. İkinci tur gecesi Anka üzerinden yapılmaya çalışılan karşı algı operasyonu rezil olunmaktan öteye gitmemiştir. 

Öyle ya da böyle seçim bitmiştir, Türkiye halkı kararını vermiştir. Beğenmesek de sonuca saygı duymak zorundayız. Tek tesellimiz, seçim öncesi ortaya atılan kanlı senaryoların hiçbirinin gerçekleşmemesidir.  

Seçimle ilgili değerlendirmelerim elbette bu makaleyle sınırlı olmayacaktır. Özellikle Kıbrıs sorunu bağlamında değerlendirmelerimi de başka bir makaleye bırakayım.  

Son söz, Türkiye muhalefeti acilen önce yeni bir lider, ardından da kadro değişikliğine gitmezse, ileriki dönemde ancak Erdoğan’ın koyacağı sınırlar içinde muhalefet yapabilecektir. Gerisi komplo ve hezeyandan ileri olmayacak… 

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Diğer Ulaş BARIŞ yazıları